
“Ne harika bir yer burası! Nereden buldun bu Datça’yı?”
“Elimle koymuş gibi buldum”
Can Yücel
Burası Datça. Balı, bademi ve Can Babası ile meşhur bir sahil kasabası. 1986 yılında Can Yücel, eşi Güler Hanım’a gidip “Ben sana bir ev aldım. Sen orada öleceksin” demiş. Güler Hanım “Ben orada yaşamam” diye terslemiş Can Babayı.
Yolunuz Datça’ya düşerse, hele de aylardan Temmuz ya da Ağustos ise Eski Datça’nın ara sokaklarında hiç susmayan zil sesi gibi “Can Yücel’in evine nasıl giderim? Can Babanın mezarı nerede?” soruları yankılanır.
Yorum Bırak
Adı Ece’ydi. Kocaman gözleri, incecik parmakları, hızlı çarpan bir kalbi vardı. Vakti zamanında kurulup köşeye atılmış birkaç hayaliyle birlikte kutu gibi bir evde krem rengi bir hayat yaşardı. Çoğu sabah çayının şekerini karıştırırken gözleri karşısındaki düz duvardan çok ötelere dalardı. Bazı günler sokakta yürürken nereye gittiğini unutup en kısa yoldan eve geri dönerdi. Ama her gece uyumadan önce başucundaki beyaz kâğıtlardan birine tesirli bir kelime yazıp kumbarasına atmayı unutmazdı. Kumbarası dolduğunda Umut Bank AŞ’ye gidip biriktirdiği tüm kelimeleri ‘Ömür Boyu Cesaret Tahvili’ ile takas edecekti.
Rakı şişeleri boşaldıktan sonra, sabah ezanından önce.
Sonbahar çok sert geçti, kışın derin bir uykuya yattım.
Fulsen her sabah beş ile sekiz buçuk arasında bir saatte uyanıyor. Yataktan kalkar kalkmaz bir sigara sarıp içiyor ve kafasında uçuşan tozlar dibe çökene kadar sabırla bekliyor. Kahve makinesinin işi bitine dek çocukların yemeklerini veriyor. Evvelsi geceden musallat olan rüyalar iki dakika susma lütfunu gösterirse kuşların sesini bile duyuyor. O anda yeniden çocuk olmuş gibi seviniyor. İlk fincan kahvesi bitine kadar duvarda kilitlendiği bir noktaya deliksiz bakıyor. İkinci fincanı yudumlamaya başladığında telefon ekranını yukarı kaydıra kaydıra haber başlıklarına hızlıca göz atıyor. Eskiden böyle değildi Fulsen, artık haber değeri on üzerinden sekiz ve üzeri olmayan hiçbir haberin başlığından ötesini okumuyor.
Şiir okumayı ne zaman bıraktığımı düşünüyorum şu sıralar, bir de Şubat ayını…
Üzerine büyük harflerle “KIRILACAK EŞYA” yazılmış küçük bir koli gibiydi çocukluğum. En çok doğum günlerimi severdim, kutlamalar bir ay sürerdi. Herkes beni ne kadar sevdiğini göstermek için sıraya girerdi. Muzlu çikolatalı pastalar ve hediye paketleri arasında mutluydum taa ki bahsi geçen herkesin bir araya gelmemek için, beni evden eve kırmadan taşımaya çalışırken, gözlerinde sevgiden öte merhamet görene kadar.
Yabancı değil, benden bir parça. Kendimi bildim bileli hep içimde bir yerde durur, ara sıra yoklar, şimdilerde yakamı bırakmıyor. Hani sabahın köründen akşamın bir vaktine, oradan oraya sokaklarda sürüklendiğin bir günde, hava soğuksa, hele de yağmur varsa, bir de ayakkabıların su almışsa, hiçbir kuytuda için ısınmıyorsa ve kendini pis hissediyorsan ve çoraplarını kurutacak bir yer bulamadıysan ve de çok yorgunsan, zorla bile gülümseyemiyorsan, kahvenin şarabın hatta sigaranın dahi tadı kaçtıysa yarenine dönüp dersin ya:
Bugünlerde kime saati sormaya kalksam, mevzu dönüp dolaşıyor çocuk yapmak için çok vaktim kalmadığına bağlanıyor. “Doğum kontrol yöntemi olarak haberleri okuyorum, günde iki kez, sabah ve akşam, en az yarım saat” yanıtını da pek yeterli bulmuyorlar ki “Haklısın ama…” diye başlayan cümlelerini üzerime salıyorlar.