“Ne harika bir yer burası! Nereden buldun bu Datça’yı?”
“Elimle koymuş gibi buldum”
Can Yücel
Burası Datça. Balı, bademi ve Can Babası ile meşhur bir sahil kasabası. 1986 yılında Can Yücel, eşi Güler Hanım’a gidip “Ben sana bir ev aldım. Sen orada öleceksin” demiş. Güler Hanım “Ben orada yaşamam” diye terslemiş Can Babayı.
Yolunuz Datça’ya düşerse, hele de aylardan Temmuz ya da Ağustos ise Eski Datça’nın ara sokaklarında hiç susmayan zil sesi gibi “Can Yücel’in evine nasıl giderim? Can Babanın mezarı nerede?” soruları yankılanır.
Can Yücel yazılamalarıyla donatılmış yüksek taş duvarları arayan tahta kapının ardında kendi küçük ama bademi, narı, zeytini ve kırık mezar taşlarıyla içine dünyaları sığdırmış bir bahçe var. Bir zamanlar Can Babanın oturduğu, gelenleri ağırladığı, çoğu geceler yatıp uyuduğu verandadaki sofada Güler Hanım artık yalnız oturuyordu. Bir an için uzaklara daldı sonra yaşaran gözlerini saklayamadan “Sen orada öleceksin, dedi ama bak tersi oldu. O gitti, ben yaşıyorum burada” dedi.
“Zor adamdı Can. Zor adamdı ama güzel adamdı. Kavgası olan adam kolay olur mu?”
Can Yücel’in hayat arkadaşı, yoldaşı, karısı olmak kolay mı?
“Bir bavulu bile yoktu Can’ın. Hayatta hiçbir şeye sahip olmak istemeyen bir insan olabilir mi? Buraya geldiğimiz yıllarda değil bu evi, istese bütün Datça’yı alabilirdi ama istemedi. Mal, mülk gibi, para gibi bir kavram yoktu kafasında. Ama ben seçtim Can’ı. Aslında karılar herifleri seçer, bilirsin. Çok hareketliydi. Çok zekiydi. Ben böyle bir zekâ görmedim hayatımda. Onun kafasında şiir vardı, Shakespeare vardı, müthiş bir Fransızca, İngilizce vardı; para diye bir şey yoktu. Kendine üst baş bile almaz, babasının eskilerini giyerdi. Bu yüzden cesurdu. Bu yüzden hiç satılmadı. Bu dünyanın değil, başka bir dünyanın adamıydı. O şiirinde dediği gibi: Başka türlü bir şey benim istediğim / Ne ağaca benzer ne buluta…”
Çok sevdiği sigarayı bile bırakmış Can Yücel ama son nefesine kadar kavgasını, şiirini ve şarabını bırakmamış. Hastane yatağında artık öleceğini anladığında doktorlarından bir kadeh şarap istemiş. Son şarabını içip öyle gitmiş.
“Dur bak sana bir hikâye anlatayım” diyor Güler Hanım “Biz Anadolu Hisarı’nda körfezde oturuyoruz o yıllar. Edip’in evi Bebek’te… Kafayı çekmiş Can, vapurlar kaçmış. Edip’in evinde kalıyor. Edip erken uyurdu. Bizimkisi oturuyor tabii. Edip’in Yerçekimli Karanfil’i duruyor masanın üzerinde. Can eline alıyor kalemi ‘Bu fazla… Bu fazla… Bu fazla…’ diye kelimelerin, mısraların üzerini çiziyor. Hep eksiltmek isterdi Can. Hayatında da her şeyi… Tabii sabah Edip kalkıp bunu görünce “Çık git benim evimden” diyor, Can’ı kovuyor. Can da gidiyor ama… Edip bizim evin oğlanıydı, gelmiyor ondan sonra. Seneler geçti. Bir gün Beyoğlu’nda Papirüs’te oturuyoruz Can’la. Edip çıkageldi. “Edip” diyorum “Gel otur, canımın içi, gözümün bebeği”. Yok. “Ben bu herifin evine de gelmem, yanına da oturmam” diyor. Edip gel, yok. Sen Can’ı seversin, yok sevmiyorum. O sırada bizi izleyen Can lafa girdi: “Ulan beni nasıl sevmezsin, senin soyadın Cansever”. Bu lafın üzerine Edip gelip masamıza oturdu. O gün orada birlikte bir şiir yazdılar, bir kıta Can söyledi, bir kıta Edip söyledi. O şiir de şimdi Halil Ergün’de.”
Can Baba mezarına şarap dökenleri görse ne derdi, diye sordum cevabını hisseder gibi gülümseyerek.
“Taş atardı, yazık etmeyin için o şarabı, derdi. Biri uydurmuş, güya Can’ın vasiyetiymiş mezarına şarap dökülmesi. Can’ın bu hayatta iki vasiyeti oldu. Bir: Adımı asla bir karhaneye koymayın. İki: Yerel tohum bankası kurun.”
İçimdeki karanlığı patlatacağım
Ve beynimin en ölümcül yaşlarıyla
Ağlaya ağlaya
Yepyeni bir insan
pırıl pırıl bir can
bitecek toprağa…
(Bahar’la Ölüm Konuşmaları şiirinden / Mezar taşında yazılı olan mısralar)
Datça’nın her yerinde, denizden çıkarken, manavdan domates seçerken, bir meyhanede iki tek rakı atarken bir sanatçıyla karşılaşmamanız pek mümkün değil. Havasından suyundan mı, yoksa bulutlarından mı bilinmez, belki de Can Babanın peşi sıra, pek çok ressam, şair, yazar, heykeltıraş, doğdukları, yaşadıkları yerlerden kalkıp Datça’ya göçmüştür. Resmi kayıtlarda 60 Sokak olarak geçen sokak, Datçalılar arasında Sanat Sokağı diye anılır. Sokağın solunda İbrahim Çiftçioğlu’nun kurduğu Kırmızı Kapı Sanat Alanı ve sağında Oğuz Tığlı Atölyesi, uzun zaman birbirlerine komşuluk yapmışlardır. Kırmızı Kapı mekânsal varlığını kısa bir süre önce kaybetti. Ama Karaköy’deki atölyesinde çalışmalarına devam eden İbrahim Çiftçioğlu Datça’da uygun olan tüm beyaz duvarları sergileme alanı olarak kullanmaya devam ediyor.
Can Yücel her ikisi için de ne Can, ne Can Baba. O, onların Can Abisi. Nasıl onlar da benim İbrahim Abim, Oğuz Abim olduğu gibi… Nefeslerin zaman zaman daraldığı, bazı cümlelerin yumru olup boğaza takıldığı, yaşaran gözleri kimseler görmesin diye sık sık masadan kalkıldığı, hiç beklenmedik bir anda kahkahaların yükseldiği bir sohbetteyiz.
Oğuz Tığlı, benim Oğuz Abim, Can Abisine yarenlik yaptığı günleri anlatıyor.
“İkimizin de İstanbul’da yaşadığı yıllarda, Çiçek Pasajı’na gittiğim zamanlar onu yandaki, berideki masada görürdüm ama tanışmazdık. Aynı yıldı Datça’ya yerleşmemiz. Ben ondan önce geldim. Onun geleceğinin haberi ise kendisinden önce. Eski Datça’da eski püskü bir ev almış. Bir arkadaşım da o evi oturulabilir bir hale getirmek için çalışıyordu. Geldiler, çok geçmeden sevgili Güler Yücel ile birlikte onlar da benim gibi Kumluk kahvesinde zaman geçiriyorlardı. Ben bir masadayım, onlar yine yanımdaki ya da berimdekinde. Sonunda bir gün tanıştık. Ondan sonra her gün aynı yerde birlikte oturmaya başladık.
Masasında her zaman bir şarap olurdu. Ama içtiğinden değil. İçmeyi severdi tabii ama son zamanlarında artık eskisi gibi içemiyordu. Ama yine de masasında şarabı duruyordu. Zannederim hastalığından dolayı, şarap gırtlağını da yumuşatıyordu. Eli çok açıktı. Can Abiyi gören herkes gelir oturur, masa kalabalıklaşır ve hep masanın tüm hesabını o ödemeye kalkardı. Ben biraz mani olmaya çalışırdım.”
Oğuz Abi bazı cümlelerinin sonunda duraklıyor, kafasını sağa çevirip çok uzaklara dalıyor. Sanki bir hatıranın içine girip o anları tekrar yaşadıktan sonra bana dönüyor ve en uygun kelimeleri seçerek hikâyesini anlatmaya devam ediyor.
“Can dediklerinde aklıma hep aynı kare geliyor. Yine bizim kahvede otururken, Güler kalkar yüzmeye gider, o da hemen arkasından “Ben de gideyim” diye kalkar, peşinden giderdi. Kumluk sahilde su beline gelinceye kadar yürür, sonra elini beline koyar ve bir müddet bakındıktan sonra geri dönerdi. Gözünü açıklarda yüzen Güler’den hiç ayrılmaz, hep onu takip ederdi.
Masası her zaman insanların odak noktasıydı. Seven, merak eden, fotoğraf çektirmek isteyen, bir şiirini okutmak için sıraya girenlerle dolardı. Çok kibar davranıp hiç kimseyi kırmamaya çalışırdı. Küfürbaz diyorlar, o sadece kızdığı insanlara küfrederdi. Yoksa o kalabalıklardan sıkılsa da yorulsa da hiç belli etmezdi. Akşamüstü olduğunda “Hadi Oğuz Beyciğim Reşat’ın oraya gidelim, biraz takılalım” diye kalkar koluma girerdi, yavaş yavaş Reşat’ın çalıştığı Uğurlu kafeye giderdik. Güler ve diğerleri de geldi mi masamız şenlik yerine dönerdi.
Ama hiç unutamıyorum. Bir gün yine kahvede oturuyorum. Can Abiyi karşıdan gördüm. Çok güzel Hawaii desenli bir gömlek giymişti. “Abi ne kadar yakışıklı olmuşsun” dedim gülerek ve ilk defa Can Yücel’in küfründen hakkıma düşeni aldım.”
Can Babanın Oğuz Abiye ne söylediğini öğrenmek için çok sıkıştırdım: “Siktir git, eşşoğlueşşek”. Söyledikten sonra da tok sesiyle bir kahkaha attı. Can Baba methedilmeyi hiç sevmezmiş, bu küfür de ondan sebepmiş. Oğuz Abi roman severmiş, resimle uğraşırmış ama şiirden anlamazmış. Can Yücel ile bulaşmış şiire, bir daha da bırakamamış.
“Can Abi benim öğretmenimdi. Bir şey öğretmek için konuşmazdı ama öyle bir konuşurdu ki cümlelerinin arasında şiirden, tarihten, edebiyattan ben dersimi alırdım. Onu tanıdığım kadarıyla bütün insanları karşılıksız sevdi. Sadece riyakârlığa tahammül edemezdi. Bazı yazarlar, şairler, politikacılar hakkında söylenirdi… Bak bir gün yine Can Abi, Güler Hanım birkaç arkadaşımız Aktur’un inşaatı için Datça’ya getirilmiş sonrada araziye salınmış emektar eşekleri görebilmek için yola çıktık. Yastıkiçi, Yılanlı derken Alavara’ya kadar gittik. İki eşek bulduk sonunda ama biz eşeklere bakacaktık ya eşekler tepeden bize bakıyor. O gün bir şiir yazdı: Eşeklerle Röportaç… E, o da anlayanına.”
Anlamadım diye haykırdım tekrar,
Yine kuyruğunu salladı beş kez,
Dangetti kafama: duymuş bu
Güneş Taner’in piposunu tüttürerek
Röportaj başına beşbin dolar
İstediğini TV kanalizasyonlarından…
Sayın eşek, o kadar para ben de ne gezer!
Diye küskün küskün,
Kıçımıza baka baka
Eli boş döndük fâkirâneye
(Mekanım Datça Olsun, Eşekle Röportaç şiirinden)
Oğuz Tığlı kadar kibar değildir, İbrahim Çiftçioğlu. Bir yanlış gördüğünde sağ elinin işaret parmağı kalkar ve o teatral sesiyle hak edene, hak ettiği cevabı verir. Ama o da mahallemizin en şık delikanlısıdır. Delikanlı diyorum, çünkü onun üretme enerji hala biz gençlerin çok üzerinde ve hepimizi bir masada toplayacak kadar güçlüdür. Şıklığa gelince hem verdiği cevaplar çok şıktır, hem de biz etrafında evde boya yaparken bakkala çıkmış gibi bir halde otururken bordo fuları, yeleği, ceketi ile aramızdaki en afili adamdır.
“İbrahim Çiftçioğlu’nun kalbindeki Can Yücel kim?” diye soruyordum. Konuşmaya başladığı anda karartılmış bir tiyatro sahnesinde üzerine mavi spot ışığı düşmüş gibi izliyordum İbrahim Abiyi.
“Can Yücel benim için Can Abi. Bir yoldaş ilişkisinin ötesinde bambaşka bir şey, o Can Abi” diyor ve yutkunuyor. “Can Yücel’i ancak Can Yücel ile tarif edebilirsiniz, başka bir şey ile tarif edebilmeniz olanaklı değildir. Bu bir, ikincisi: Hayatımda gördüğüm anlık, politik ve çok doğru tepki gösteren tek insandır. Bak, ben politik bir insanım, siyasi bir hareketin belli bir döneminde belli liderlerinden birisiyim, hala politik olduğumu düşünüyorum, eskisi kadar keskin ve bu işin elemanı olmamama rağmen. Tekrar söylüyorum: Hayatımda gördüğüm anlık, en doğru tepkiyi çok hızlı veren ve doğru karar veren tek adamdı. Bugüne kadar şaştığına şahit olmadım. Ayrıca politik ilişkide yanlış tavrı gördüğü anda kestirip atma becerisine sahipti.
Onun ötesinde konuşulacak şey, onun alkol kullanıp kullanmaması, küfürbaz olup olmaması, bu başka bir şey. Pascal’ın lafını tekrar edecek olursak: “Azizlerin başka bir ülkesi vardır. James Joyce yazar, diğerleri okur.” O Can Yücel’dir, onun dışında günlük yaşamı, bireysel seçimleri hakkında laf söyleyenlere bok yemek düşer.
Dildeki becerisi ve sözcükleri yan yana getirmedeki hünerine hayranım. Nasıl olur da bize sıradan gelen iki sözcük onunla yan yana geldiği zaman muhteşem bir hiciv, muhteşem bir imgeyi yakalar, bunu bilmiyorum. Ama yarattığı farklılığın farkındayım. Türk edebiyatında Metin Eloğlu’nu ve Can Yücel’i farklı bir damarın iki temsilcisi olarak görürüm. Bir kitabını okumadan, bir tek şiirini doğru dürüst bilmeden küfürbazlığına ya da alkol kullanımına hayranlık duyanları eseflen kınarım.”
Aklına ne geldiyse İbrahim Abinin, bir anda masadan kalkıp bir paket sigara ile geri döndü. Sigara da alkol de yasak ona bir süredir. Müdahale edecek oluyoruz, “Efkârlandım bugün dokunmayın bana” diyor.
“1992 yılında ‘68’in Sanata Yansıması’ başlıklı bir takım yerlerde şenlikler düzenleniyordu. Şenliklerin afişini de ben tasarlamıştım. Almanya’da, Fransa’da, Belçika’da, gittiğimiz pek çok kentlerde ve kasabalarda, tren istasyonlarında, metrolarda, otobüs duraklarında o afişleri gördüğümde pek hoşuma gitmişti.
Ben yurtdışını ilk kez görüyorum, herkesi aynı insanlar zannediyorum. Bu etkinliklere davetli olarak Can Yücel, Asım Bezirci, sinemacı Engin Ayça, sinema ve tiyatro oyuncusu Gülsen Tuncer, ben vardım.
İsviçre, Zürih’teyiz. Şarkıcı Banu sahnede… Belki protest tavrından belki de muhalif olmasından hak ettiği yere gelememiş muhteşem bir sesti. Arka tarafta Can Yücel her zaman olduğu gibi bütün heybetiyle sakalını aşağı doğru sarkıtarak elinde bardağı şarabını içiyordu. Organizasyonu düzenleyen arkadaşlara “Beni Çiftçioğlu’na emanet edin. Siz karışmayın” demiş, galiba birbirimizin dilinden iyi anlıyorduk.
Ertesi gün Paris’te olmamız geriyordu. Organizasyon yapılmış, ikimizi Zürih’ten Paris’e götürmekle de Alişan adlı orada tanıştığımız genç bir arkadaş görevlendirilmişti. Alişan bizi bir şekilde trene yetiştirdi ama genç adam sabah sabah telaştan yanlışlıkla kendi pasaportu ve belgeleri yerine karısınınkileri almıştı. İsviçre’den dışarı çıkarken sordu “Her hangi bir sorun yaşar mıyım?” diye, sınır kapısında hiçbir şey olmaz dediler ve yola devam ettik.
Kompartımanda sadece Can Abi, Alişan ve ben vardık. Can Abi biraz kaykılmış vaziyette oturuyor. Trende bardakla su bulamadığımız için şişenin kapağına doldurduğu rakıyı ufak ufak içiyordu. Biraz sonra gümrük görevlisi mi yoksa trende görevli mi bilmediğim resmi üniformalı bir adam girdi. İnanılmaz asık bir suratla bağıra bağıra Alişan’a bir şeyler söylüyor, Alişan’da karşısında cevap yetiştirmek için kıvranıyor. Can Abi ise çok rahat, oturuşunu bile düzeltmeden rakısını içmeye devam ediyor. Homurdanır gibi sesler çıkartıyor, bir şeyler söylüyor ama Türkçe mi Fransızca mı İngilizce mi belli değil.
Ben biraz panikledim, neler konuşulduğunu anlamıyorum. Alişan’a ne olduğunu soruyorum, “Bir dakika abi” der gibi el işaretiyle beni susturuyor. Can Abinin neler konuşulduğunu anladığını düşünüyorum ama Alişan’ın çaresizliği karşılığındaki rahatlığını anlam veremiyorum. Bizim belgelerimiz tamam, sorunun Alişan’ın elindeki karısının pasaportu ile olabileceği aklıma geliyor. En sonunda sesimi yükselttim, Alişan’a beni dinlemesini söyledim, üniformalı adamın ne dediğini sordum. Alişan gözlerime bakamadan “Kara kafalılar, gösterin kimliklerinizi, diyor” dedi.
Resmen ilk kez “kara kafalılar” lafını orada duydum. Adama döndüm sağ elimin işaret parmağı yukarıda ve durmadan sallıyorum.
“Alişan, birazdan söyleyeceklerimi aynen çevireceksin. Önce iyi akşamlar dilediğimi söyle. Şimdi devam et. Biz Türkiye’den gelen iki sanatçıyız. Yarın Paris’te kültürel bir etkinlikte bulunmak durumundayız ve bu arkadaş da bizi oraya götürmek üzere görevlendirilmiş bir rehberdir. Ben Türkiye’nin tanınan bir ressamıyım.”
Nasıl olsa adam bilmiyor, abartmamda sakınca yoktu.
“Yanımdaki bu insan ise Türkiye’nin önemli bir kültür insanıdır. Çok tanınmış büyük bir şairdir.”
Adam biraz afalladı, biraz durdu. Şapkasını çıkardı, koltuğunun altına aldı. Son derece saygılı bir şekilde eğilerek referans verdi ve bir şeyler söyledi. Alişan’a sordum, “Sizi bir gül gibi karşılıyorum, Fransa’ya hoş geldiniz efendim” demiş.
Ve çekti gitti. Günlerin yorgunluğu, az önce yaşanmış olayın gerginliği üzerine trenin tıkır tıkır eden ritmiyle uykuya daldım. Ne kadar uyuduğumu anımsamıyorum ama yuvarlanan bir şişe sesiyle uyandım, sabaha karşı. Tırık. Tırık. Rakı şişesi kompartımanda bir sağa gidiyor, bir sola gidiyor ve tükenmiş. Paris’te tren istasyonuna girdik ve Can Abi “Size bir ‘sabah sabah kahvaltı’ ısmarlayayım” dedi. Ben de “Vallahi çok güzel olur abi” dedim.
Doğu kapısından mı batı kapısından mı çıktık hatırlamıyorum. Tren istasyonuna çok yakın bir yere girdik ve Can Abi bize sabah sabah kırmızı şarap söyledi.
Aramıza karışan şairi meçhul şiirlerin, imzasının altına sığındığı usta oldu Can Yücel. Birilerinin birilerine ‘laf sokmak’ için karaladığı aforizmaların altına atılan sahte imza oldu Can Yücel. İyi ya da kötü değildi Can Baba, güzeldi, gerçekti, insandı. Zamanında onu oradan buradan kovalayanların bile kıymetlisi oldu şimdi. “Adımı asla bir karhaneye koymayın” diye vasiyet eden adamın arkasından Datça’da dönen Can Yücel ekonomisi aklıma geldikçe; Oğuz Abinin, İbrahim Abinin anlattığı Can Baba davudi sesiyle kulağıma fısıldıyor:
Şiir fenerimle de baktım, son çığlık!
Aşk yokmuş sizde beş paralık!
Gidiyorum ben boşçakallar
Sıçmışım ortalık yerinize
Kıçımın fosforuyla aydınlanın siz artık.
(Kibar Hırsızın Türküsü şiirinden)
* Bavul Dergi, Mayıs 2017 sayısında yayınlanmıştır.
İlk Yorumu Siz Yapın