Bir hayat hikâyesi yazmak için önce yaşamış olmak gerekir. Yazdığım benim hikâyemdir.
Bir Zamane Çocuğunun İtirafları, Alfred de Musset
Bir hikâye yazalım: Bir Datça hikâyesi… Eğri büğrü taş evler, araba girmez dar sokaklar, bahçe duvarlarından taşan azgın begonviller, Can Baba’nın mezarı, melisa ve yasemin kokuları, denizin üstünde rakı sofraları… Yok, bunlar sadece tatil anıları. Biz gerçek bir Datça hikâyesi yazalım.
Dramatik yapının ana unsurlarını belirleyelim. Önce iki kahramana ihtiyacımız var.
Normal Dünya:
Büyükşehirlerde hayatlarına kahredenler, ev işleri, ofis işleri ve Facebook, Instagram, Twitter mesailerinden arta kalan zamanlarda –özellikle cuma akşamları trafikte sıkıştıkları anlarda- Ege’de küçük bir sahil kasabasına yerleşmenin hayalini kurarlar (Çok uzatmayalım, herkesin bildiği hikâye).
Hayır, kahramanlarımız (artık onlara isim vermenin zamanı geldi) Derya ile Oktay’ın hayali bu olmasın (bu hikâye çok yazıldı).
Herkesin gözü bulutlarda, hep bir ağızdan Kuzey Ormanlarını katledenlere, bademlikleri villa arazi olarak satanlara sövüyorlardı. Bu yıl zeytin bereketliydi ama toprak yağmur görmezse erken hasatta yağ oranı çok düşecekti. Aylardan Kasım. İki sevgili kumsalda uzanmış güneşin tadını çıkıyordu. Bir yanda iklim değişikliklerini dert etmek, bir yanda yazdan kalma günün tadını çıkartmak… İnsan olmanın getirdiği ikircikli haller…
Şimdi o salı günü, öğlen saat iki sularında objektife gülümseyen Derya ile Oktay’ın fotoğrafının içine girelim (hani şu şehirlilerin altına “Oh, size her gün tatil tabii” diye yorum yaptıkları o fotoğraf). Bir kitap okuyamadan, arkadaşları ile kahve içemeden, hatta aynı yatakta uyurken birbirlerini kırk sekiz saat göremeden bir sezon geçirmişlerdi. Datça’ya yerleştiklerinden beri, evin kirası, kedinin köpeğin maması, rakı parası derken otel, restoran, çaycı demeden ne iş olursa yapıyorlardı.
Her yıl badem çiçekleri ile birlikte yazın yorgunluğunu üzerinden ancak atan kasabalılar para kazanmak için dört gözle sezonu bekler; tatilci akınından üç beş hafta sonra “Şunlar artık evine dönse de Datça bize kalsa” diye söylenirlerdi. İnsan olmanın getirdiği ikircikli haller (devam)…
Kimdi bu Derya ile Oktay? Ellerinde rakı kadehleri, önlerinde köpekleri, öğle vakti sokaklarda aylak aylak dolandıklarından kimine göre serseri, iki hafta hiç izin kullanmadan günde on iki saat mesai yaptıklarından kimine göre çalışkandılar. Rakı dedikleri ise yarısı etil alkol, yarısı su, iki çay kaşığı toz şekerle biraz anason aroması… Gerçek rakı pahalı bir meretti. Dertleri çok para kazanmak olsa yüksek kaşeli işlerini bırakıp da buralara gelmezlerdi (biraz kapitalizm (öz)eleştirisi yapalım).
Ellerinden geldiğince doğru olanı yapmaya çalışırlardı ama onlar da insandı. Kazanabildikleri müddetçe, Sındı Kooperatifi’nden, TOKER’den, Dilge Market’ten, köylü pazarında tezgâh açan Mithat Amca ve Fatma Teyze’den alışveriş ederlerdi. Para suyunu çekti mi elleri mahkûm, ucuzcu zincir marketlerdeki muhteviyatları meçhul şeylerle karınlarını doyururlardı. Hayatta kalmaya dayalı ikircikli haller…
Dert, Engel:
Sosyal Güvenlik Kurumu yeterince çalıştığınıza kanaat getirip sizi emekli maaşına bağlamadıysa, şansınız yaver gidip erken yaşta dünyalığı köşeye koymadıysanız, anne ya da baba parasına emanet bir hayatınız yoksa 30’lu yaşlarda Datça’nın da aralarında olduğu o sahil kasabalarından birinde yaşamak hiç de kolay değildir.
Güneşe karşı gerinirken “Sahafı açtığımız gün, kapısına ‘Denize gittim, belki dönerim’ diye yazan bir kâğıt asacağım” dedi Derya. Gülümseyerek Oktay’a döndü. Oktay ise cevap vermeden ciğerlerini doldurduğu dumanı Simi’ye doğru üfledi. Derya da oyun arkadaşı sokağa çıkmayınca elinde kırmızı topu ile yalnız kalan kız çocuğu gibi içlenip birasından büyük bir yudum çekti.
Derya ile Oktay, iki yılı birlikte yirmi yıldır aynı hayali kuruyorlardı. Hayal kurmak iki kişi olunca daha keyifli bir eylemdi.
Herkes meyhane açarsa meyhanelere kim gidecek? Ölüm oranlarının doğum oranlarından açık ara farkla yüksek olduğu Datça’nın nüfusu son on yılda % 38 arttı. Soran olursa, emeklilik yaşını beklemeden büyükşehirden kaçıp hayallerini gerçekleştirenler dersiniz…
“Derya… Derya… Uyansana… Hadi kalk konuşalım. Bütün gecedir düşünüyorum ben. Kaç iş daha değiştireceğiz? Kaç yerde daha çalışacağız? Açalım şu sahafı artık.”
“Sabaha açsak olmaz mı? Gel hadi uyuyalım şimdi… Hem bizim hiç paramız yok ki.”
Arayış, Yolculuk, Çatışma, Çile:
Sahaf açmak için ihtiyaç listesi: Bir adet dükkân (mutfağı, tuvaleti olmasa da olur), duvar boyunca raf, bir sürü kitap ve daha da çok kitap… Datça’da kiralar son üç yılda %250 arttı.
Sahaf yapabilecekleri bir dükkân aradılar. Büyük, hele de asma katlı bir dükkân bulabilselerdi evi de dükkâna taşıyacaktılar. Ne de olsa kitaplar sadece okumak ya da satmak için değil, aynı zamanda birlikte yaşamak içindi.
Gecelerce hesap yaptılar. Sonuç hep sıfırdı. 16 yaşından beri çalışıyorlardı, 30’lu yaşların ikinci yarısına geçmişlerdi ama o sermaye denilen şeyi biriktirememişlerdi. Artık bordroları olmadığı için bankalar nezdinde kredi puanları yoktu. Tüm mal varlıkları üçer kez dağıttıkları kütüphanelerden ellerinde kalan iki bin kitaptı. Sahaf açma hayalleri yine bir sonraki bahara kalmıştı.
Ödül ya da Ölüm:
Ödüllendirelim mi, öldürelim mi kahramanlarımızı? Mucizelere inanır mısınız? Herkes mucizevi bir şey bekler hikâyenin tam da burasında. Yüzünde tebessüm oluşturacak, içini sıcak şarap gibi ısıtacak, hayatta güzel şeylerin de olduğunu hatırlatacak bir şey…
Derya kışlık işine devam etti, Oktay ufak tefek tadilat işleri aldı. Haftada bir meyhane keyfini ayda bire düşürdüler. Akşamları sofraya oturduklarında hele de rakı varsa masada sahafı açacakları günü düşlemeye devam ettiler. Ta ki o telefon çalana kadar…
“Çocuklar, sizin kitapçıyı neden Metamorfoz Sanatevi’nin içinde açmıyorsunuz?”
Mucizelere değil insanlara inanmak gerek. Meğerse kahramanlarımız ihtiyaçları olan sermayeye zaten sahipmişler: Hayatlarında çok güzel insanlar biriktirmişler.
İskele Mahallesi’nin nam-ı diğer Sanat Sokağı’nda, Yeşilçam filmlerinin sıcaklığında bir ay yaşandı… Kasabadan bir arkadaşları iki duvarı kaplayacak raf aldı, şehirden bir arkadaşları bir aylık kira yolladı. Biri masa lambası getirdi, biri mantar pano, biri pikabı kurdu, biri yere kilim serdi. Sinop’tan İstanbul’a, Kütahya’dan Antalya’ya her yerden koli koli hibe kitaplar gelmeye başladı. Sadece kitap da değil postadan kahve makinesi bile çıktı. Bir gün İzmir’den, hiç tanımadıkları birinden mesaj: “Sizleri kutluyorum, açık adresinizi verirseniz ben de kitap göndermek istiyorum”.
Datça’da hayat nasıl hem bu kadar zor hem de bu kadar kolay olabiliyor bilinmez ama… Bir varmış, bir yokmuş. Yoktan bir sahaf var olmuş…
Afili bir cümle oldu bu. Burada bitirelim mi? Olmaz çünkü her hikâyenin bittiği yerde bir başka hikâye başlar.
Normal Dünya:
Datça merkezde mantar gibi çoğalan zincir marketlerin sayısı on altıyı buldu. Kahramanlarımız hala yerel esnaftan alışveriş etmeye gayret ediyor. Henüz zincir kitapçılardan biri burayı keşfetmedi (çok şükür). Bu yüzden Datça’da sahafların bir sorumluluğu da kasabalılara yeni kitap temin etmek… Dağıtım tekelleri kitapçılara, son tüketicinin internet platformlarında gördüğü indirimli fiyatlarla kitap veriyor. Hem de bireysel alıcıysan 50 TL üzeri kargo ücretsiz, kitapçıysan 150 TL üzeri… Türkçe meali: “Ey okuyucu, şu kitapçıları aramızdan çıkartalım mı?” Bir kredi kartın varsa %40’a varan indirimlerle daha çok kitap almak mı, küçük kasabalardaki kitapçılar yaşasın diye daha azıyla yetinmek ya da daha fazlasını ödemek mi? Kitap oburu insan olmanın getirdiği ikircikli haller…
Burası Sahafiye Datça. Paran yoksa içeride istediğin kadar kitap okumak bedava. Bir kere okuyacağın kitaplara yerin yoksa kiralama yarı fiyatına. Derya ile Oktay, çocuklardan para almıyor, alamıyorlar.
“Hayırlı olsun, kütüphane açmışsınız” dediklerinde, bıyık altından bir gülümseme ile aslında kitapçı olduklarını anlatmaya çalışıyorlar.
Üstlerinde pijamaları, ellerinde rakı kadehleri ile işe gidiyorlar ve rüzgarsız gecelerde, limandaki bir banka oturup denize karşı, bir yelkenli aldıklarında dünyayı nasıl gezeceklerini hayal ederek yaşayıp gidiyorlar.
Balıkaşıran’dan öteye sadece kaçaklar ve kaçıklar geçer.
Datça Atasözü
* Tezgah Dergi, Şubat 2018 sayısında yayınlanmıştır.
Bu hayatta Oktaylar, Deryalar ve Kitaplar hep varolsun
Harika yazılarınız
Elinize, emeğinize sağlık. Mükemmel olmuş zevkle okuduk.
Ben de bir şey(ler) yapsam. Ne olsa yaparım:) Bir minik galerideyim. Eser mi göndersem duvarlarınıza?
Düşünmeniz bile yetti bize 🙂
Çok geç gördüm yanıtınızı. Umarım iyisiniz. Teklifim hâlâ geçerli. Ne zaman, ne isterseniz. Zevkle, gururla…