Adı Ece’ydi. Kocaman gözleri, incecik parmakları, hızlı çarpan bir kalbi vardı. Vakti zamanında kurulup köşeye atılmış birkaç hayaliyle birlikte kutu gibi bir evde krem rengi bir hayat yaşardı. Çoğu sabah çayının şekerini karıştırırken gözleri karşısındaki düz duvardan çok ötelere dalardı. Bazı günler sokakta yürürken nereye gittiğini unutup en kısa yoldan eve geri dönerdi. Ama her gece uyumadan önce başucundaki beyaz kâğıtlardan birine tesirli bir kelime yazıp kumbarasına atmayı unutmazdı. Kumbarası dolduğunda Umut Bank AŞ’ye gidip biriktirdiği tüm kelimeleri ‘Ömür Boyu Cesaret Tahvili’ ile takas edecekti.
Aklı dünya işlerine ermeye başladığından beri pek mutlu olduğu söylenemese de iyi olmak için var gücüyle uğraşıyordu. Misal, haberleri okumaktan kaçınıyordu. Koca insanlık tarihinde, bu dönemde bu coğrafyada doğduğu için kaderine kahrediyordu. Seçme şansı olsaydı yarım asır önce dünyaya gelmiş iki çocuklu bir ev kadını olarak daha mutlu olacağına inanıyordu. Bunu düşündüğü günlerden birinde ‘mukadderat’ diye yazıp kumbarasına attı. Kadere inanıp inanmadığına henüz karar vermemiş olsa da kahredebileceği bir kurum bulunması içini rahatlatıyordu.
Adı Ece’ydi. Her ne kadar haberleri okumaktan kaçınsa da haberlere maruz kalıyordu. Nefes almakta zorlandığı bir gün ‘dirayet’ diye yazıp atmıştı kumbarasına. İşe gidip gelirken geçmek zorunda kaldığı kalabalık meydanlardan korkuyordu, her gün patlayan bombalardan biri bir gün onun yanı başında patlayacak diye. İstanbul’da beklenen büyük depremden korkuyordu, apartmandan kaçarken kedilerini evden nasıl çıkartıp kurtaracak diye. Farenjit olabileceğini düşünürken dahi doktora gitmekten korkuyordu, kanser teşhisi koyacaklar diye. Ailesinden gelen telefonları cevaplarken bile korkuyordu, hattın ucundaki bir ölüm haberi verecek diye. Sabahları yeşil çay içiyor, gerçek köy yumurtası yiyordu. İçeri girdiği, dışarı çıktığı her seferde evin kapısını üç kez kilitliyordu. Cüzdanını almayı unutsa dahi çantasına biber gazını atmayı unutmuyor ve nadiren gülümsüyordu.
Çoluğu çocuğu yoktu. Belki de bu yüzden anlamak zordu. Hayatından bu denli mustaripken Ece, neden ölümden ölesiye korkuyordu? Pek inançlı bir insan olamasa da günahkâr da sayılmazdı. Gidip de gören, dönüp de anlatan yok ama cennetle cehennem diye iki şehre ayrılacaksa insanoğlu, mevcut tüm dinlerin kıstaslarına göre bu kadar kötülüğün arasında onun ikametini cennete alacaklarına emindi. ‘Sağlama’ diye yazıp attı kumbarasına. İçinin rahat olması gerekirdi, olmadı. Belki kedilerini yanında götüreceğini bilse ölümden bu kadar korkmayacaktı.
Adı Ece’ydi. Krem rengi bir hayatı vardı, leke göstermiyordu. Haftada bir kitap okuyor, film festivallerini kaçırmıyordu. İncecik parmaklarıyla rakı sofralarının en güzel mezelerini o yapıyor, arkadaşlarıyla kadeh kaldırıyordu. Neyin şerefine içtiğini bilmeden… Ama bardağının dudağına değmeden önceki o bir an, kocaman gözleri yine çok uzaklara dalıyor, dilini kamaştıran anason tadıyla masaya geri dönüyordu.
Sadece ölümden korksa yine iyiydi. Kapı gıcırtısından, elektrik kesintisinden ve kendisini her geçen gün daha da değersiz hissetmesini sağlayan sevgilisini terk etmekten bile korkuyordu. Annesinin “Yaşın geçiyor, evlen, bir tane doğur da sonra terk edersin adamı” dediği günden beri korkuyordu. Sonunu hiç iyi görmediği bu dünyaya neden bir çocuk getirmek istediğini bile bilmeden…
Haftalık burç yorumlarını okumaktan vazgeçmişti. “Merkür geri gidecekse benim haberim olmadan gitsin” diyordu. Yine de yaşıyordu, buna yaşamak denilirse. Ait olmadığı bir şehirde barınarak, yapmak istemediği bir işte çalışarak, artık sevişmekten tiksindiği sevgilisi ile birlikte ertesi sabah uyanmak için bir sebebi olmadan yaşıyordu işte. ‘Diren’ diye yazıp attı kumbarasına.
Adı Zeynep’ti. Pardon Ece demiştik, değil mi? Arkadaşlarını severdi. Bir gün birisi ona dedi ki:
“Yeter artık Ece! Hala umut var. Ben dün gittim Umut Bank AŞ’yle konuştum. Eğer ‘umut’ yazıp kumbaralarımıza atarsak yirmi yedi iş günü içinde ‘Güzel Günler Bonosu’ ile takas edebilecekmişiz.”
Birisi bir şey mi dedi?
“Size yeter! Papağanlardan betersiniz. Hepinize ezberletilmiş aynı laf… Biliyoruz, umut var. Annem ta ben daha doğmadan önce Umut Bank AŞ’ye gidip kumbaramı almış. Umut var ama hiçbir halta yaramıyor işte. Artık bunu kabul et. Bize tek gereken şey cesaret…”
O gece Ece, bir kelime yazıp kumbarasına atamadığı için sabahı sabah etti. Uykusuzluğun verdiği kudretle tüm korkularının üzerine yürüyüp haberleri açtı. “Zulüm” dedi kendi kendine “ne tesirli bir kelime” ama eli yazmaya varmadı. Ertesi gün kumbaraya atması gereken iki kelimenin ağırlığı altında ezilip saat 18.06’da kendini kentin en kalabalık meydanında bıraktı. Etrafındaki herkesi şüpheli gözlerle süzerken, başına bir felaket gelmesi için Tanrı’ya on beş dakika müddet verdi. Hayal kırıklığıyla evine dönerken o gece sevgilisini terk edeceğine emindi. Hatta ertesi gün işinden istifa bile edecekti.
Yapamadı. Günler geceleri kovaladı. Ece bir sabah uyandırma alarmıyla değil, yere düşüp parçalanan kumbarasının gürültüsüne uyandı. Çocuksu bir telaşla dört bir yana dağılan kelimeleri toplamaya çalıştı. Alelacele ayaklanıp parçaları Umut Bank AŞ’ye götürmeyi düşünürken herkesin bu hayatta sadece tek bir kumbaraya sahip olabileceğini hatırladı. Derken evvelsi gece aralık unuttuğu perdelerin arasından sızan bir güneş yüzüne vurdu. Gülümsedi. Nadiren gülümsediği o anlardan biriydi.
Ece o gün öldü. Yolda yürürken bir araba çarpmadı. Gaspa ya da tecavüze uğramadı. Hızlı çarpan kalbinden sebep yüksek tansiyon beyin kanamasına sebep olmadı. Bir kuşun peşinde balkona dal vermiş ağaca zıplayan kedisini kurtarmaya çalışırken fazla eğildiğinden ötürü apartmandan aşağı düşüp öldü. Ya da Ece ölmekten o kadar korkuyordu ki aksi düşünülemedi.
Yaşayamadığı hayatı korkularının tam ortasına gömüldü.
Ece öldü, bu hikâye yazıldı. Çünkü biz ölümlere çarpmadan yaşamaya cesaret edemiyoruz.
Ece ölmemeliydi ! Onu streslendiren, tiksindiren şeyleri atmayı başarabilmeliydi hayatından. Sevdiklerini yanına katıp, ki en sevdikleri kedileriymiş, her şeyini kaybetmiş ustanın dediği gibi “çay koy, yeniden başlıyoruz” deyip, yeni bir coğrafyada, yeni insanlarla, yepyeni bir hayata başlayabilmeliydi. Ece ölmemeliydi ! Kumbarasında biriktirdiklerinin en azından bir kısmını harcayabilmeliydi. Hayatın bize ekledikleri, kattıkları değil midir ki kumbara, isteyerek ya da istem dışı öğrendiklerimizle ve öğretilerle dolmaz mı hepimizin kumbarası ? Bu kadar birikim, deneyim, tecrübe heba olmadı mı şimdi ? Evet evet, Ece ölmemeliydi !..
Harika