Fulsen her sabah beş ile sekiz buçuk arasında bir saatte uyanıyor. Yataktan kalkar kalkmaz bir sigara sarıp içiyor ve kafasında uçuşan tozlar dibe çökene kadar sabırla bekliyor. Kahve makinesinin işi bitine dek çocukların yemeklerini veriyor. Evvelsi geceden musallat olan rüyalar iki dakika susma lütfunu gösterirse kuşların sesini bile duyuyor. O anda yeniden çocuk olmuş gibi seviniyor. İlk fincan kahvesi bitine kadar duvarda kilitlendiği bir noktaya deliksiz bakıyor. İkinci fincanı yudumlamaya başladığında telefon ekranını yukarı kaydıra kaydıra haber başlıklarına hızlıca göz atıyor. Eskiden böyle değildi Fulsen, artık haber değeri on üzerinden sekiz ve üzeri olmayan hiçbir haberin başlığından ötesini okumuyor.
Dua etmeye başladı üç ay önce. Herhangi bir dine mensup olmasa da üçüncü fincan kahvesi bitene kadar kendisinin kaleme aldığı duaları tekrar tekrar okuyarak kalbini huzura açıyor. Bu esnada üç dört tane sigara sarıp içmiş oluyor. Kendini hazır hissettiği anda ayaklanıp evi süpürüyor. İki kedi, bir köpek ve yıllar sonra saçlarını uzatmaya karar vermiş Fulsen’in paylaştığı bir artı bir dairenin en kıymetli eşyası, elektrikli süpürge. İki üç günde bir yerleri sirkeli suyla siliyor ama hiç aksatmadan her gün evin her köşesini adaçayı ile tütsülüyor. İyilikler içeri, kötülükler dışarı, âmin. Temizlik yapmayı seviyor Fulsen, büyükşehirlerde yaşayan arkadaşlarının nasıl antidepresan hapları varsa onun da çamaşır suyu şişesi var. Yedi hafta önce de bir yoga sınıfına katıldı. Yogini olmak gibi bir iddiası yok ama çevresinde olan bitenin karşında bu denli aciz hissederken kendini, en azından bir şeye, bedene söz geçirmek istiyor.
Kasabanın sevgilisi olan köpeğiyle sahil boyunca yürüyor. Yürümeyi çok seviyor Fulsen, her adımda yapılacak işler, görüşülecek insanlar, yazılacak cümleler düşüyor aklına. Eve dönünce bir tas çorba içiyor kahvaltı niyetine, bazen iki yumurta kırıyor ama çoğu zaman bir tas çorba içiyor. Yapılacak tüm işleri bitiriyor, görüşülecek insanlardan tek tek vazgeçiyor, yazılacak cümleler yavaşça zihninden siliniyor. Her gün ama istisnasız her gün saat on ikiyi yirmi geçe tüm yaşam enerjisini kaybediyor. Kanepeye uzanmak, battaniyeyi kafasına kadar çekmek, sadece ve sadece yatmak istiyor. Sürdürmesi gereken bir hayat var, yatamıyor lakin kalkamıyor da, Fulsen duruyor.
Mutfak bankosunun önünde, yemek masasının köşesinde, çalışma masasının sandalyesinde, kanepenin kenarında duruyor. Dergi ya da kitap sayfalarının karşısında, bir dizi ya da filmin karşısında, boş bir Word belgesinin karşısında, eşin dostun karşında, bazen de saksı gibi durduğu yerde duruyor, duruyor, duruyor… Fulsen her akşam on ile sabaha karşı üç arası bir saatte durmaktan yorgun düşüp “Yarın yeni bir gün” diyerek yatağa gidiyor. Bu ne kadardır böyle devam ediyor?
*
Tecrübe sabit, depresyonda değil Fulsen; olsaydı bilirdik.
Yaz geldi mi tatil beldelerinde sürekli elektrik kesilir. Beş bin nüfus için inşa edilmiş alt yapı tatilcilerle yirmi bini bulan geçici nüfusun serinleme ihtiyacının altından kalkamaz ve çöker. Trafonun kapaklarını açıp önünde vantilatör çalıştırdıklarına şahit olunmuştur. Fulsen kendini tatil beldesindeki elektrik trafosu gibi hissediyor.
Kendine tahammülü yok artık. Mutsuz bir insan olmak için yaratılmamış o. Gülmeyi sever. Güzel bir haber aldığında nefesi tükenene kadar sokaklarda koşar, vizyona girecek bir film için bile heyecanlanır, kedilere şarkı söyler, sevdiği bir yazarın yeni kitabı çıkacağını öğrendiğinde evin içinde deliler gibi kendi kendine dans eder. Böyle bir kadın Fulsen. Biz bu ruhsuz, duygusuz Fulsen’i sevmedik. Biz mi? Evet, biz! Birinci çoğul şahıstan üçüncü tekil şahsa ne zaman düştük?
*
“İnsanlık, insan kelimesinden türemiş olamaz” dedi Fulsen ve ekledi “Ya da insan kelimesine yüklediğimiz anlamların doğada karşılığı yok”.
Bir kadın öldürüldü, bir kadın daha, bir kadın daha… Bir kadına tecavüz ediliyor, bir kadına daha, bir kadına daha… Bir kız çocuğuna tecavüz ediliyor, bir erkek çocuğuna tecavüz ediliyor, kediye, köpeğe, kaza tecavüz ediliyor. Tam şu anda, ben bu cümleyi yazarken ya da sen bu cümleyi okurken, bir insana ya da hayvana daha tecavüz ediliyor. Sokağa çıkma yasağında kaçıncı gündeyiz? Kaç şehit? Kaç ölü? Kaç çocuk daha öldü? Cinnet geçiren kaç adam kaç kişiyi öldürdü? Bugün kim mahkemeye çıkıyor? Kaç tane dava takip ediyorduk? Mültecilerin umutları bu kez hangi denizin sularına gömüldü? Bu sefer hangi şehrin hangi belediyesi sokak köpeklerini zehirleyerek öldürdü? Kaç kedi tekmelenerek öldürüldü ya da tecavüz edilerek? Unutmadan bu arada, paragrafın başından sonuna kadar geldiğimiz şu kısacık arada, bir kadın daha öldürüldü!
Hepsinin karşısında aciz seyircileriz. Sosyal medya mastürbasyon araçlarını kullanarak, değiştirilen bir fotoğraf, yazılan iki feryat, üzerine tıklanan üç ‘imzala’ butonu ile görevini yaptığını sanacak kadar saf olanlarımız bile var. Oysaki eli kolu bağlı seyircileriz. Normalimiz bu oldu. Artık hepimiz akıl hastasıyız. Yas tutmaya vaktimiz yok çünkü; her acı için en çok iki gün bazense sadece iki saat müsaade ediyorlar. Fazlasına zaman yok, sıradaki geliyor.
Bir tecavüz haberini okurken kasıklarıma saplanan bıçak, birkaç dakika sonra boğazımı kesiyor. Hayvanlara yapılan işkence fotoğrafları, videoları karşısında yaşlarımı tutamayıp çocuklara koşuyorum, işi gücü bırakıp onlara sarılıyorum dakikalarca. Bazı günler sokakta yürürken ya da bir arkadaşla selamlaşırken kazara gülümseyeceğim diye korkuyorum. Artık mutlu bir haberi kutlamaya çekiniyorum. Güzel bir şiiri paylaşmaya utanıyorum. Sevinmeye yüzümüz, üzülmeye vaktimiz yok.
“UNUTMA! UNUTMA! UNUTMA!” diye bağırıyorlar. Unutmuyorum, unutamıyorum; Memento (Akıl Defteri) filmindeki Leonard’ın vücuduna döndü beynim sonunda… “ONA ÜZÜLDÜN, BUNA DA ÜZÜL!” diye çekiştiriyorlar her yanımdan, ben zaten çarmığa gerilmişim onlar hala acıları birbiri ile yarıştırıyorlar. Midem bulanıyor, trafo patlıyor sonunda.
*
Sonra bir gün, evde otururken salonun ortasında bir adam beliriyor. Üstü başı bilinçaltımıza kazınmış aksakallı dedelere, yüzü ise filmlerden aşina olduğumuz Uzakdoğu dövüş sanatları ustalarına benziyor. Bir elinde şemsiyeyi baston yapmış, diğer elinde pembe bir yelpaze… Beyaz geceliğin boynundan içeri kendini yelliyor. Evin içinde yoktan var olan dede resmi kayıtlara geçsin lütfen: Delirdik.
“Derdin ne, söyle bana?”
“İnsan…”
“Ana rahminden mahlûk çıkar evladım, insan değil.”
“Peki insan?”
“İnsan gönülden doğar.”
“O zaman ben bu kadar mahlûkun arasında yaşamaya nasıl devam edeceğim? Ben nasıl insan olacağım?”
“Her iş yalnız başına olur da yalnız başına insan olunmaz. Mahlûkun gönlündeki insan da karşısında bir insan görmeden uyanmaz. Sen dışarı çıkacaksın kızım. Sohbet edeceksin, dinleyeceksin, okuyacaksın, güzel bir şey gördün mü paylaşacaksın, fikrini soran olursa öğrendiğin kadarını anlatacaksın… Fikrini soran olmazsa kendini ortalara atmayacaksın. Ama bak… Sakın ha bir gün yanılıp ‘Ben oldum, insan oldum’ demeye kalkma. Bir şey olduğunu zannedenler çıkarttı bu dünyanın çivisini. Sen aldığın her nefese şükret ve her gün insan olmak için uğraşmaya devam et… Elinden ne gelir senin?”
“İki cümleyi yan yana koyabilirim.”
“Oturduğun yerden itiraz etme o vakit, elinden geleni yap. Sen yaz, bir kişi okusa kâfi…”
*
Biz Fulsen, sabahları kimin canı kaçta isterse o vakitte uyanırız. Renkli ve çoğul kişiliğimiz var. Ama şarkı söylemeyi, dans etmeyi ve yazmayı hepimiz seviyoruz. Aramızda bazılarının insana inancı var, diğerlerine laf anlatmaya çalışıyorlar. Üçüncü tekil şahıs Fulsen’i bile bastık bağrımıza, onu da yavaş yavaş iyileştiriyoruz. Kendimiz gibilerle buluşuyoruz, sokaklarda, kahve muhabbetlerinde, rakı sofralarında ve dergi sayfalarında. Çocuklara şiir okuyoruz, gülümseyen fotoğraflar çekiyoruz, bol ağızdan kahkahalar atıyoruz. Âşık oluyoruz, seviyoruz, sevişiyoruz. Mademki geldik bu dünyaya, mademki girdik bir vicdan yoluna, biz de elimizden ne gelirse onu yapıyoruz.
BAVUL Dergi Mart 2016 sayısında yayınlanmıştır.
Ne kadar kendimi buldum yazında, Ne kadar yakın hissettik,içimdekilerin tümü, Anlatmayı bilemem ama iyi geliyor yazdıklarını okumak. Benim gibileri var diyorum okudukça.Tanışmayı çok isterdim.
Günaydın 🙂 Yeni işe başladım bu hafta, zor bana biraz bu günler.
Fulsen sanırım bir değişikliğe ya da sevip de yapmadığın, az yaptığın bişeyler yapmaya, sevdiğin görmediğin biri varsa görmeye ya da birşeylerden vazgeçmeye ya da kabullenmeye olabili? bişi yap, sanki ihtiyacın var tatlım, öptüm yanağından…
Sevgili Fulsen..bayıldım yazına, ne de güzel anlatmışsın insan olmak ve insan olamamayı..kalemine, gönlüne sağlık..sevgiler..
Sen yazmaya devam et biz zevkle okuyoruz Fulsen💙