İçeriğe geç

Ay: Mart 2013

Doğurma, Evlat Edin!

Satın Alma Sahiplen“Satın alma, sahiplen” sosyal sorumluluk hareketi bu kadar destek topluyor da neden ben ne zaman “Doğurma, evlat edin” desem olay oluyor?

Bu ülkede, mahkemelerce korunma kararı çıkarılarak devletin bakımını üstlendiği 14 bin çocuk var. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının, yasa kapsamında bakım altında bulundurmadığı ama sosyal güvenceleri olmadığından korunması gerektiği düşünülen 0-4 yaş arası 2 milyon çocuk var. Yaklaşık 6 bin çocuksa sokaklarda yaşıyor. Diğer taraftan yine bu ülkede saatte 160 bebek doğuyor. Yılda ortalama 1,4 milyona tekabül eden yeni doğanların bir kısmı, korunması gereken çocuklara dair rakamlara ekleniyor. “Bu ülke” diye giriş yapmış olsam da farklı rakamlarla bu dünyanın gerçeği.

Peki, devletler koruma altında olan çocukların ihtiyaçlarını ne kadar karşılayabilir?

2 Yorum

Aptallık: Son bin yılın en büyük buluşu

Özgür Üniversitemiz Vikipedi tarafından; ekonomik, sosyal, teknolojik, kültürel, politik ve ekolojik denge açılardan küresel bütünleşmenin, entegrasyon ve dayanışmanın artması anlamına geldiği belirtilen KÜRESELLEŞME kavramı, Türk Dil Kurumu’na ne zaman girdiği bilinmemekle birlikte Kurumun tanımlama noktasındaki acizliğinin son noktasıdır.

Küreselleşme isim Küreselleşmek durumu, globalleşme

Globalleşme isim Küreselleşme

Bkz. Tdk.gov.tr

Haiti EarthquakeÖz dilimizde tanımlayamadığımız ama çaresizde hayatımıza aldığımız ‘küreselleşme’yi, anlamı bilerek ya da bilmeyerek ya da bilip de bilmezlikten gelerek “Küreselleşen dünyamızda…” diye başlayan cümlelerde kullanmayı pek seviyoruz.

Tüme varım yaparak ilerleyelim.

İNSAN. Genetik kodlarına ‘madde bağımlılığı’ işlenmiş yürüyebilen ve kendini dünyanın hakimi sanan yaratık. Gözünün gördüğü her şeye sahip olmak isteyen bir canlı türü.

Yorum Bırak

Aşk*

magimel-binoche-les-enfants-du-siecleBiz ayrı dünyaların değil, ayrı gezegenlerin insanlarıyız: O iş olmaz!

Evin bir köşesine Şems otursun, diğer köşesine Hayyam. İkisinin de meramı aşk olsun. Biri semada, biri kadehte yok etsin benliğini.İkisinin de aşkları baki olsun. Biri desin ki “Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken sen hiç ol! Menzilin yokluk olsun. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl ki çömleği tutan dışında ki biçim değil içinde ki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil hiçlik bilincidir”. Diğeri desin ki “Ey dünyanın işinden haberi olmayan sen yoksun, dünya esen yel üstüne kuruldu. Varlığımız iki yokluk arasındadır, çevrendekiler de hiçtir sen de bir hiçsin”. Ama aşk olsun!

(Türkçedeki tüm anlamlarıyla, aşk olsun)

O gezegenden biri bu gezegenden birine aşık olduğunda, o iş benzer mi sanırsın Şems’le Mevlana’nın aşkına. O gezegenden biri bu gezegenden birine aşık olduğunda, Şems’le Hayyam gibi evin iki köşesinde otururlar, diller lal olur, gözler konuşur. 

1 Yorum

İnadına yazmak..

Yazmak toplum icinde ciplak kalmakmisOn dört yaşındaydım. Teyzem o yıl bizim evde kalıyordu. Hafızamdaki teyzem, Müjde Ar’ın baş rolünü oynadığın Teyzem’den çok da farklı değil. Bir süredir elinden düşürmediği mavi ince bir kitabı okuyordu sürekli ve onun elinin değdiği her şey benim için bir arzu nesnesine dönüşüyordu. Türk Dili ve Edebiyatı dersleri dışında hiç şiir kitabı okumamıştım ben. Bir gün beni yanına çağırdı, kafamı omzuna yaslayarak uzandım yatağa ve bana Murathan Mungan’dan Yalnız Bir Opera’yı okudu. O şiirin içindeki dört mısra, hala benim yazabildiklerimden daha fazla beni anlatıyor.

Sonra tımarhanelerde tımar edilen ruhum, maskeler ve çiçekler biriktiriyordu, linç edilerek öldürülenlerin hayat hikayelerini de… Korsan yazıları, kara şiirleri, gizli kitapları ve açık hayatları seviyordu.

Bu gece ise bu mısralardan güç alarak, o sevdiğim hayatlar gibi, yıllarca yutkunduğum hatıralarıyla kendi hayatımı açıyorum.

2 Yorum

Huzur Pazar günlerine dair bir şey..

FulsMantiYapiyorGüneşli bir Pazar günü hatırlıyorum. Dedem, anneannemin eve toz girmesin düşüncesiyle kapattırdığı balkon camlarını açmış, önüne boya sandığını almış sırayla tüm aile efradının ayakkabılarını boyuyordu. Açılmış camı fırsat bilen ben, bir yandan dedemi izliyor bir yandan da hafifçe camdan sarkarak apartman kapısının önünde arabayı yıkayan dayım hala orada mı diye göz ucuyla bakıyordum. Arabaların apartmanların önünde yıkandığı yıllardı. Sanırım 6 ya da 7 yaşındaydım. O sırada anneannem içeriden “Fulseeeeeen gel, mantıları kapa” diye seslenerek beni çağırırdı. Anneannemin bana seslenişleri sağ olsun evimizdeki muhabbet kuşlarına hiç adımı söylemeyi öğretmek zorunda kalmamıştım. Buna benzer pek çok gün var hafızamda hepsi de bir Pazar günlerine denk geliyor, ne hikmetse.

3 Yorum

Tüm Adolf’lara, içindeki Adolf dahil..

Adolf- Burak Sergen“Ölüm bütün sorunları çözer. İnsan yoksa sorun da yoktur!”

Kağıttan gazete okumayalı yıllar olmuştu. Hatta gazete okumayalı yıllar olmuştu. Mesleki deformasyon diyebilirsiniz. Geçtiğimiz günlerde gerçekleşen Contemporary Istanbul 2. Çağdaş Sanat Buluşmalarında konuşan Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman’ın enformasyon ile bilgi arasındaki farka değinmesi uzun zamandır aklımda olan düşüncenin cümlesini bulmasına yardımcı oldu. Bilgiye ulaşmanın artık çok kolay olduğu mottosu ile sunulan internet aslında sadece bir enformasyon ağı. Medya ise kesinlikle bir bilgi kaynağı değil, tamamıyla pazarlama enstrümanı. Bense zihnimi bu pazarlama bombardımanlarından mümkün olduğunca korumaya çalışıyorum. Neyse konuyu çok dağıtmayayım.

Üç haftalık dişçi serüvenimin son gününde, randevumu ajandalarına girmeyi unuttukları için yarım saatlik bir bekleme süreci başlamıştı. Beklemeyi de bekletmeyi de sevmeyen ben için, tam bir ızdırap olan yarım saat ve sehpanın üzerine dağılmış günlük gazetelerin magazin ekleri. İçinde okuyacak pek bir şey bulunmayan eklerden birinin sayfalarını hızlı hızlı çevirirken küçük bir ilanın üzerinde “Ölüm bütün sorunları çözer. İnsan yoksa sorun da yoktur!” yazıyordu,

1 Yorum

İnsanlık ‘insan’ kelimesinden türemiş olabilir mi?

vitruvian-man-leonardo-da-vinciOLAMAZ! Her yeni doğan güne bir canlı türünün yaşama hakkını savunmak için uyanıyoruz. Binler bir araya gelip sokaklara dökülüp pankartlar açıyoruz. İmza kampanyalarına katılıyoruz. Kamu kurumlarına dilekçeler veriyoruz. Kalemimiz yettiğince yazıp, çiziyoruz. Hiçbir şey yapmasak sosyal medya alanlarında birilerinin yazdığı kelamları beğeniyor ya da paylaşıyoruz. Hani onu da yapmadık diyelim kahve molalarında “bu nasıl İNSANLIK” ile başlayan cümleleri küfürlerle noktalandırıyoruz. Geçen ay hayvanların, çünkü siz buna değersiniz diyen kırışıklık önleyici kremlerin klinik deneylerinde kullanılmaması için imzalar atıyorduk. Geçtiğimiz hafta koruma altına alınması gereken arazilere plazalar yapanları eleştiriyorduk paylaştığımız öncesi/sonrası fotoğraflarıyla. Dün tedavi göremeyen kanser hastalarını hapishanelerde ölüme terk edenlere sövüyorduk. Bugün sokak hayvanlarını toplu katleden yerel yönetimleri kınıyorduk. Yarın çocuk pornolarına karşı ayağa kalkacağız, tekrar. Önümüzdeki hafta sadece kadın olduğu için öldürülenler adına sokaklara döküleceğiz, tekrar. Önümüzdeki ay türü tükenmekte olan hayvanların haklarını savunan sevimli fotoğraflar paylaşacağız, tekrar ve tekrar. Hayvan hakları, kadın hakları, çocuk hakları, mahkum hakları… Doğayı koruyalım, hayvanları koruyalım, karımızı-kızımızı koruyalım, geleceğimizi koruyalım… Üçüncü dünya ülkelerinde açlıkla mücadele edenlere bir el uzatalım…

1 Yorum

Bu dünyadaki en tımarhanelik icat kağıt paradır

Sponsor Aranıyorİki şort iki tişörtlü hayatımla vedalaşmamın üzerinden çok geçmeden, topuklu ayakkabılarla yürümeyi yeni yeni öğrendiğim günlerden biriydi. Yüksek lisansımın ilk dönem kaydını yaptırmak için koridorları o zaman yeni, soğuk ve yabancı kokan üniversite binasına girdim. Daha önce adını duymadığımdan profesyonel çevrelerde yadırgandığım danışman hocamın ders programımı imzalaması için odasının önünde bekliyordum. Dakikalar saatlere döndü. Babaannem “alışmadık götte don durmaz” der ya zaman geçtikçe üzerime çektiğim laciler bana dar gelmeye başladı. En sonunda ceketi çıkartıp, yakayı bağrı açıp kapının önünde yere oturdum. Daha yaklaşan ayak seslerini duyup kendime çeki düzen vermeme fırsat olmadan, beyaz saçlı, hafif göbekli,  ceketsiz, koyu mavi gömlekli, koridorda galetasını yiyerek yürüyen yaşlıca bir adamla karşılaştım. Dedeme benzeyen adam, koyu mavi gömleğinin daha da ortaya çıkarttığı mavi gözleriyle bana bakarak “Kerem’i mi bekliyorsun kızım?” diye sordu. Bir yandan toparlanıp ayağa kalkmaya çalışırken “Evet hocam” dedim. Kocaman bir kahkaha ile güldü ve “Çok beklersin daha” dedi.

1 Yorum

Boş bir sayfa..

1987'den ilk defter, ilk kendime notHafıza ve hatıra üzerine düşünüyorum bu günlerde. Bazı zamanlar seyrettiğim filmleri, okuduğum kitapları unutuyorum diye, yaşamış olabileceğim çok özel anları unutmuş olabilirim diye üzülüyorum. İşte o zamanlarda hafızayı hatıraya çevirmek için daha fazla not tutman gerektiğini düşünüyorum. Hafızamdaki o ana dönmenin verdiği utançla gözlerimi sımsıkı kapatıp, dişlerimi sıkıp, suratımda ekşi limon yalamışım gibi bir ifadeyle, tırnaklarımı avucumun içime saplarken kafamı sola doğru çevirdiğim bazı hatıraları gerçek zamanlı kağıda döktüğüm not defterlerini atmış olduğumdan sebep kızıyorum zaman zaman kendime. Zaman zaman boş bir sayfanın karşısına geçip, bir sigara yakıp, yazmayı düşlüyorum. Yazmak ne zaman bu kadar zor oldu, onu düşünüyorum.

Hafızamdaki ilk hatıra üç yaşımı doldurduğum gün, doğum günüm. Beni az çok tanıyanlar ilk hatıramın bir doğum günüme dair olmasına şaşırmayacaklardır. Aydınlık bir oda ve beyaz çarşaflara vuran güneşi hatırladığıma göre mevsimini ve iklimini şaşırmış bir Aralık günü olsa gerek.

Yorum Bırak

Giriş

Kadim dostlarımdan Ralph Waldo Emerson “Be careful what you wish for, it might come true” demişti ta 1800’lerin ortasında (4’üncü gezegendeki meali: Ne yazdığına dikkat et, gerçeğin olabilir).

Korkuyorum!Emerson Türkçe bilmiyordu. Cümle, aralarında Türkçe’nin de olduğu pek çok dile çevrildi. Cümle, anlayana çok şey anlatabilecek kadar ‘ima’sız, ‘kinaye’siz, ‘gönderme’siz kurulmuştu. Cümle, bilgeliğin en kutsal mertebesinde, bilgiyi en basit kelimeleri seçerek cömertçe paylaşıyordu. Sonuçta üstat Mevlana’nın dediği gibi “Ne kadar bilirsen bil, anlattıkların karşındakinin anlayabildiği kadardır”. Kimseye bizi anlamadığı için sitem edemeyiz, sonuçta çok biliyoruz diye kendisini karşısındakine anlatamayan bizleriz. Oysa dostum Emerson, hepimizin anlayabileceği kelimeleri özenle seçmişti. Cümle, telaffuz edenin gerçeğini yazıyordu, diğer tüm cümleler gibi.

Yaklaşık 200 yıl sonra, tarihin bize bahşettiği pek çok şey gibi bu cümleyi de klişeleştirdik, yer yer ayağa düşürdük, beyaz perde üzerinde dalgasını geçtik, ne anlamak istediysek oraya çektik. Gençlik böyle durumlar için mazeret kabul edilir mi bilmem ama gençtim, ben de yaptım. Şapkamı önüme koyduğum günlerden birinde, cümlenin gerçekten ne demek istediğini anladım.

Tarihin tekerrürden ibaret olduğunu her fırsatta telaffuz eden biz insan-çocukları yine her bulduğumuz fırsatta balık hafızalarımızdaki öğrenilmiş tarihi sildik, tekerrürlere çanak tuttuk. Kılıflarımız da hazırdı: unutmak ve ölmek insan-çocuğuna bağışlanmış en büyük lütuf!

6 Yorum