“Ölüm bütün sorunları çözer. İnsan yoksa sorun da yoktur!”
Kağıttan gazete okumayalı yıllar olmuştu. Hatta gazete okumayalı yıllar olmuştu. Mesleki deformasyon diyebilirsiniz. Geçtiğimiz günlerde gerçekleşen Contemporary Istanbul 2. Çağdaş Sanat Buluşmalarında konuşan Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman’ın enformasyon ile bilgi arasındaki farka değinmesi uzun zamandır aklımda olan düşüncenin cümlesini bulmasına yardımcı oldu. Bilgiye ulaşmanın artık çok kolay olduğu mottosu ile sunulan internet aslında sadece bir enformasyon ağı. Medya ise kesinlikle bir bilgi kaynağı değil, tamamıyla pazarlama enstrümanı. Bense zihnimi bu pazarlama bombardımanlarından mümkün olduğunca korumaya çalışıyorum. Neyse konuyu çok dağıtmayayım.
Üç haftalık dişçi serüvenimin son gününde, randevumu ajandalarına girmeyi unuttukları için yarım saatlik bir bekleme süreci başlamıştı. Beklemeyi de bekletmeyi de sevmeyen ben için, tam bir ızdırap olan yarım saat ve sehpanın üzerine dağılmış günlük gazetelerin magazin ekleri. İçinde okuyacak pek bir şey bulunmayan eklerden birinin sayfalarını hızlı hızlı çevirirken küçük bir ilanın üzerinde “Ölüm bütün sorunları çözer. İnsan yoksa sorun da yoktur!” yazıyordu, hemen altında ise “Oynayan: Burak Sergen”. Adolf oyunundan ve yeni açılan BO Sahne’den böyle haberdar oldum.
Hayatıma bir arzu nesnesi gibi giren oyun için biletleri aldığım andan gösteri saatine kadarki zamanı giderek artan bir heyecanla gün sayarak geçirdim. Yanımda en kıymetlilerimden bir arkadaş ile Cihangir’deki BO Sahne’yi bulmak biraz vakit aldı. Mekanın hemen yakınında sayılacak bir sanat atölyesindeki genç sanatçıların(!) BO Sahne’nin henüz adını bile duymamış olmalarını yargılarken, Ağa Hamamı Sokağı sorduğumuz bakkalın bizi “Sahneyi mi arıyorsun?” diye yanıtlaması manidar oldu.
15’i yaz 15’i kış denilen Mart ayının kara kışa yakınsayan bu Cuma akşamında, BO Sahne daha girişinde içimi ısıttı. Çevremdeki kimsenin henüz nasıl olabildiğini çözümleyemediği sosyal fobimle içeri girdiğimde, kendimi oraya ait hissetmemin benim için paha biçilemez olduğunu anlayabilirsiniz. Yeniye alışmak vakit alır, yenin içinde konfor alanı oluşturmak biraz daha fazla vakit alır. Oysa salona girip koltuğunuzu bulmanızın ardından size bu zamanı tanımadan, Wagner’in Valkyrie uvertürü ile başlayan oyun daha ilk dakikasında insanı koltuğa çiviliyor. Oyunu izlerken beyninizi susturmanız mümkün bile değil. Hayatınızdaki tüm Adolf’lar, kendi içinizdeki Adolf dahil, düşüncelerinizde resmi geçit töreni yapıyor. Özgürlük, demokrasi, politika, sıcak soğuk tüm savaşlar, yaşam(a) hakkı, öldürme içgüdüsü ve güç gibi kavramları kelime anlamlarıyla sorgulamaktan alamıyorsunuz kendinizi.
Burak Sergen ise ‘sahnede devleşme’ kavramını yeniden yazıyor. Bacak kadar boyumla Ağır Roman’ı ilk seyrettiğimde tanıştığım Burak Sergen’e o zamandan beri hayran olduğumdan dolayı kurmuyorum bu cümleyi. Role bürünmek yetersiz bir tanımlama olur, Burak Sergen bir buçuk saat Adolf’un ta kendisiyle aynı oda içinde bırakıyor sizi.
Tek kişilik tiyatro oyunlarına daha özel bir hayranlığım vardır. Dev kadrolar, şatafatlı dekorlar, büyük prodüksiyonlar ne kadar görkemli olursa olsun tiyatronun özünü minimalist sahnelerdeki tek kişilik oyunlarda bulmuşumdur. Bu gece hafızama kaydettiğim oyunu tekrar tekrar izlerken, Adolf’u tek kişilik bir oyun olarak tanımlayamıyorum. Zira sahnedeki dört parça dekor, sandalye, masa, ayna ve bayrak, Burak Sergen’in ustalığıyla kanlı canlı oyunculara dönüşüyor.
Zaman zaman tekrar edilen replikler oyunun her an biteceği korkusuyla insanı diken üzerinde bırakırken, zamanının nasıl geldiğini anlayamadığım bir anda ışıklar yanınca, yanımdaki boş koltuğa oturduğunu gördüğüm içimdeki Adolf’la birlikte devrim ve evrim hayalleri içinde sahnede Burak Sergen’e dönüşen Adolf’u alkışlıyorduk. Ben, Fulsen, kendimi bildim bile, hiç ırkçı olmadım, milliyetçi olmadım, dindar olmadım, hep evrensel bir yerinde durdum bu dünyanın. Hiçbir insanı dini, dili, rengi, milliyeti ile sınıflandırıp, o sınıfa göre farklı tutumlar takınmadım. Ama aptallığa tahammülüm yok. Beynini kullanmayan insanların, dünyanın doğal kaynaklarını gereksiz yere tükettiğini düşündüm. İçine doğduğum dünyada işsizliği yasaklamak için, geleceğin hayranlıkla bakacağı alt yapı çalışmalarını tamamlamak için, sanat ve bilim üzerine kurulacak yeni bir dünya düzeni için içimdeki Adolf, beynini kullanmayan insanların %60’ının yaşam(a) hakkını elinden alıp, kalan %40’ını da vasıfsız iş gücü için kullanmak istiyor. Çünkü ben ve benim Adolf yaşamayı hiçbir zaman nefes almak ve kalbin atması olarak tanımlamadık. Böyle düşünmek doğru mu? Yanlış mı? Ayıp mı? Neye dayanarak? Kendi Aldof’larınızla yüzleşin, onlara sizin akıllarınızdan geçenleri bir sorun. Ama yanıtlarken dürüst olun. Ben az önce telaffuz ettiğim cümlelerin doğruluğunu veya yanlışlığını savunmayacağım, sadece bu düşünceyi cesurca kağıda dökebildiğim için bu gece huzurla uyuyacağım.
Geceyi bitirmeden şunu da eklemek istiyorum ki oyunun ardından normal hayata dönebilmek için ihtiyaç duyduğumuz 3 sert içkiyi yudumlarken, dişçi randevusunu ajandalarına not etmeyi unutan asistana içimden defalarca teşekkür ettim.
Bu oyuna gitmeyi düşünüyorum ve sana “Küçürekkız” oyununa gitmeni tavsiye ediyorum.