• 2 baş sarımsak • 14 yemek kaşığı dilimlenmiş yeşil zeytin • kişniş • biberiye • zeytinyağı Ayvalık, zeytini, zeytinyağı, zeytinyağlı sabunu ve pizzacılarıyla meşhur bir kasabamızdır. Bu cümleye başlamamdan dört yıl önce (2020) sahafımızı Ayvalık’a taşırken sahafın ortasında bir Mutfak kurmaya karar verdiğimizde goca kasabada dört pizzacı olmuştuk. Bugün…
• 6-7 tane büyük boy kırmızı kapya biber • 4-5 tane acı kıl biber • 2 diş sarımsak • 2 tane atom biberi • 1 büyük boy soğan • 1 tepeleme yemek kaşığı karışık domates biber salçası • 1 tepeleme yemek kaşığı un • beyaz karabiber • 1 yemek kaşığı…
Benim büyüdüğüm evlerde, her şeyin en iyisinin misafirlere tahsis edildiği özel odalar vardı. Misafir terlikleri, misafir tabakları, misafir bardakları, misafir çikolataları, misafir sigaraları, misafir içkileri… Eve misafir teşrif etmediği sürece kapıları mutlak surette kapalı kalan bu odalar bir ‘tuhaf’ kokardı. Tuhaf yıllardı. Saat birde bir kez, beşte beş kez ve gece yarısında on iki kez çınlayan misafir odasının duvarlarında saymayı öğrendiğim yıllardı. Tuhafın ‘tam’ da bir karşılığı yoktur lügatte. Tam! ‘Tam bilmediğimiz şeyler işte’ demektir diye okumuştum bir kitapta. Çok küçüktüm, zorlasam hatıralarım ama artık zorlamıyorum. O da tuhaf…
Geceyi güne döndüremediğimiz, yorgunluktan bir türlü uykuya dalamadığımız, ağrı kesici niyetine bir kadeh rakı doldurduğumuz ve ne tarafa baksak aranan o çıkış yolunu bulamadığımız ekonomik buhran günlerinin birinde, talihsiz bir isyan sonucu, Fulsen Türker’in gözbebeği fulsyaziyor.com alan adını kaybetmenin derin üzüntüsü içindeyiz.
Kendisine Baudelaire’den rahmet, sevenlerine sabır ve baş sağlığı dileriz.
Adı Ece’ydi. Kocaman gözleri, incecik parmakları, hızlı çarpan bir kalbi vardı. Vakti zamanında kurulup köşeye atılmış birkaç hayaliyle birlikte kutu gibi bir evde krem rengi bir hayat yaşardı. Çoğu sabah çayının şekerini karıştırırken gözleri karşısındaki düz duvardan çok ötelere dalardı. Bazı günler sokakta yürürken nereye gittiğini unutup en kısa yoldan eve geri dönerdi. Ama her gece uyumadan önce başucundaki beyaz kâğıtlardan birine tesirli bir kelime yazıp kumbarasına atmayı unutmazdı. Kumbarası dolduğunda Umut Bank AŞ’ye gidip biriktirdiği tüm kelimeleri ‘Ömür Boyu Cesaret Tahvili’ ile takas edecekti.
Aklı dünya işlerine ermeye başladığından beri pek mutlu olduğu söylenemese de iyi olmak için var gücüyle uğraşıyordu. Misal, haberleri okumaktan kaçınıyordu. Koca insanlık tarihinde, bu dönemde bu coğrafyada doğduğu için kaderine kahrediyordu. Seçme şansı olsaydı yarım asır önce dünyaya gelmiş iki çocuklu bir ev kadını olarak daha mutlu olacağına inanıyordu. Bunu düşündüğü günlerden birinde ‘mukadderat’ diye yazıp kumbarasına attı. Kadere inanıp inanmadığına henüz karar vermemiş olsa da kahredebileceği bir kurum bulunması içini rahatlatıyordu.
İstanbul’dan ayrılıp Antalya’ya gidişimden on gün sonra, Datça’ya gelmemden iki hafta önceydi. Luna’nın intihar teşebbüsünün üzerinden henüz on dokuz saat geçmişti. Luna benim hem çocuğum hem annem, ikisinden de öte hayat arkadaşımdı. İnsan hayat arkadaşı ne yapmaz? Ben önümdeki beş aylık kalkınma planını çöpe atıp ilk kalkan uçağa atlamıştım. Büyük cümlelerle vedalaştığım şehre, kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış bir köpek gibi sessizce geri dönmüştüm.
Luna’yı acilen veterinere götürmem gerekmese günlerce Altan’ın evinde saklanabilirdim. On gün içinde hayatım alt üst olmuştu. Daha ne yaşadığımı idrak edemeden, caddeye adım atmamla birlikte dedem ve teyzemle burun buruna geldim. Ölüp de dirilmişim, karşılarına dikilmişim kadar şaşkınlardı. Benimse henüz yapabileceğim bir açıklama yoktu. Gülümsemeye çalıştım, beceremedim. Üzerimde günlerin uykusuzluğu, altımda pijama, sırtımda Altan’ın iki beden büyük hırkasıyla iyi görünmediğimin farkındaydım. On günde verdiğim beş kiloyu saklayacak yerim yoktu. Biraz zamanım olsaydı kimsenin benim için üzülmesine müsaade etmeyecek bir izahat bulabilirdim. Artık çok geçti. O perişan halimde “Kızım ben sadece senin iyi olmanı istiyorum” diyen dedemi çoktan üzmüştüm.
Bugünlerde kime saati sormaya kalksam, mevzu dönüp dolaşıyor çocuk yapmak için çok vaktim kalmadığına bağlanıyor. “Doğum kontrol yöntemi olarak haberleri okuyorum, günde iki kez, sabah ve akşam, en az yarım saat” yanıtını da pek yeterli bulmuyorlar ki “Haklısın ama…” diye başlayan cümlelerini üzerime salıyorlar.
Normal bir günde olsak, son seçim sonuçlarından başlar, eğitim sisteminden girip adalet sisteminden çıkar, arada sağlık sektörüne dokundurup, çocuk istismarlarından kadın cinayetlerine kadar vardırırdım konuyu.
Haklıyım ama bu değil!
Daha incelikli düşüncelerle yaklaşabilirdim konuya. Sokaklarda, esirgeme yurtlarındaki çocuklardan tek bir tanesi ailesiz kalmayıncaya kadar doğurmayalım, evlat edinelim diyebilirdim.
Bir çocuğu sevmek, bir çocuğu en iyi şekilde yetiştirmek için illa ki kendi rahmimizden mi çıkması lazım, diye sorabilirdim.
Nerede kalmıştık? Evet, ben Fulsen. Garson ve Mutlu! 32 yaşında özgeçmişini buruşturup çöpe atan o kadın. Doğru hatırladınız, dokuz ay önce Datça’ya yerleştiğinden beri hakkında haber alınamayan o kadın işte, benim.
Size bu satırları emeklilik planlarınızın tam kalbinden yazıyorum. Hatta emekliliği bile beklemeden her şeyi bırakıp gidip, hani o kendi halinde bir pansiyon, küçük bir kafe, keyifli bir meyhane açmak istediğiniz Ege-Akdeniz kasabası var ya, işte orada hayallerinizdeki hayatı yaşıyorum.
Bilenler biliyor, bilmeyenler buradan öğrensin. Bir yıl önce, mutfağında kahve, biraz peynir, biraz meyve ve mutlaka sade dondurma olan Şişli’deki evimde, ben hiç İstanbul’dan çekip gitme hayalleri kurmazdım. Ama bir şey var ki profesyonel olmayan kariyerimdeki uzmanlığımı hayatımı alt üst etmek konusunda kazandım.
İstanbul’dan kaçış planlarınızın hemen yanında yaşattığınız o Fulsen, ben değilim, o benden iki üç gömlek büyük bir kadın artık. Ben mi? Sesim soluğum çıkmazken hatalar üzerine hatalar yapmakla ve bir kez daha hayatımı ters yüz etmekle meşguldüm.
Doğdum. Her hangi bir yılın 365 gününün her hangi birinde doğdum. Dişlerim, pençelerim, yürüme ve kendini besleme gibi kabiliyetlerim olmadığı için ilk birkaç yılımı başkalarına muhtaç yaşadım. Sonra öğrenmeye ve seçmeye başladım. “Gençken hevesini al, tadını çıkar” dediler, ben de önüme ne geldiyse denedim. Hangi şarabı seveceğimi, kahvemi nasıl içeceğimi seçtim. Aşklar seçtim, işler seçtim, eşler seçtim. Seçtim mi, seçtim mi zannettim sorgusuna girmiyorum bile artık, zorunlu seçmelilerden bile olsa ‘ben’ seçtim işte. Başka bir şeyler de seçebilecekken bunları seçmeyi tercih ettim. En sevdiğim yönetmenleri, en sevdiğim yazarları, en sevdiğim şarkıları seçtim ve ‘ben’ oldum. Görecelik taşısa da bence güzel bir şey oldum ama 27 yaşında ölen Rock yıldızlarından biri olmadım, zaten sesim de güzel değildi. Yıldız olmama da gerek yoktu, annem gibi de 27 yaşında ölebilirdim ama ölemedim. Devam ettim.
Seçtiğim ve sevdiğim mekânlarda, sevdiğim arkadaşlarımla, sevdiğimiz müzikleri dinleyip sevdiğimiz içkilerimizi yudumlarken, bir yerden sonra hep aynı yere dönen muhabbetler yapıyorduk. Ertesi gün de bir sonraki hafta da… ‘Ben’ olabilmek için harika yirmi, yirmi beş yıl yaşa; sonra aynı ‘ben’e elli altmış yıl mahkûm kal. Niye? Bir kurulu düzenimiz olsun diye.
“Mutlu olmak” ile “mutsuz olmak” arasında bir ruh hali daha var. Dinginlik mi? Ruhsuzluk mu?
Fulsen Türker: Garson ve Mutlu! Peki bu kadar mıydı? Mutlu sondan sonra ne olacaktı? Burada bırakacak mıydım? Bitmesin diye yavaş yavaş okuduğum kitabın son sayfasını çevirmek değildi ki bu, çaresiz ertesi sabah yine uyanacaktım.
Başlangıçta kulağıma uzaktan bir esinti gibi gelen sesler git gide yükselmeye başladı.
“Kaç yaşına kadar garsonluk yapmaya devam edebilirsin ki?”
“Hadi kitabı yazdın, hevesini aldın, dön artık.”
“Yorgunum dedin, dinlendin. İş aramaya başlamanın zamanı gelmedi mi?”
Günde 10 saat zaman zaman 12 saat mesai, geceleri 5-6 saat bilgisayarın başında ikinci mesai, her hafta değişen gündemiyle hiç durmadığım tam 351 gün. Yorgundum, hala da yorgunum. Sıfatın “mutlu” olunca yorulmuyorsun sanıyorlar. Yüzün bir gün gülmedi mi, söylediğin her şeyi sorguluyorlar. Sıfatın “mutlu” olunca başın ağrımıyor, grip olmuyorsun, kötü bir gün geçirmiyorsun, hiç hata yapmıyorsun sanıyorlar. Sesler yükseliyor.