İçeriğe geç

Bu dünyadaki en tımarhanelik icat kağıt paradır

Sponsor Aranıyorİki şort iki tişörtlü hayatımla vedalaşmamın üzerinden çok geçmeden, topuklu ayakkabılarla yürümeyi yeni yeni öğrendiğim günlerden biriydi. Yüksek lisansımın ilk dönem kaydını yaptırmak için koridorları o zaman yeni, soğuk ve yabancı kokan üniversite binasına girdim. Daha önce adını duymadığımdan profesyonel çevrelerde yadırgandığım danışman hocamın ders programımı imzalaması için odasının önünde bekliyordum. Dakikalar saatlere döndü. Babaannem “alışmadık götte don durmaz” der ya zaman geçtikçe üzerime çektiğim laciler bana dar gelmeye başladı. En sonunda ceketi çıkartıp, yakayı bağrı açıp kapının önünde yere oturdum. Daha yaklaşan ayak seslerini duyup kendime çeki düzen vermeme fırsat olmadan, beyaz saçlı, hafif göbekli,  ceketsiz, koyu mavi gömlekli, koridorda galetasını yiyerek yürüyen yaşlıca bir adamla karşılaştım. Dedeme benzeyen adam, koyu mavi gömleğinin daha da ortaya çıkarttığı mavi gözleriyle bana bakarak “Kerem’i mi bekliyorsun kızım?” diye sordu. Bir yandan toparlanıp ayağa kalkmaya çalışırken “Evet hocam” dedim. Kocaman bir kahkaha ile güldü ve “Çok beklersin daha” dedi. Ben kendimi nereye koyacağımı, ne cevap vereceğimi bilemeden üstümü başımı düzeltmeye çalışıyordum ki adam merdivenlere yürüdü ve üst kata doğru bakarak “Kereeeeeeeem gel, bu hanım kızı daha çok bekletme” diye bağırdı. Gülmemek için kendime hakim olmaya uğraşırken yukarıdan cevap geldi: “Baba okulda bana bağırma dedim sana”. İşte Prof. Dr. Erdoğan Alkin’le böyle tanıştım.

Üzerinden geçti bir vakit, Erdoğan Hoca’dan Türkiye Ekonomisi dersi almaya başladım. Finansa dair aldığım notları bugün hiç hatırlamadığım o dersler, benim için Erdoğan Hoca’nın hayat hikayesi üzerine kurulu bir yaşayan kütüphane deneyimiydi. Öyle hissederdim ki dersi anlatmaya başladığından biz, lacileri çekmiş battal boy öğrencileri, gözünün önünden silinirdik.  Kağıthane’deki dereyi gösterirdi elini sağ tarafa uzatarak. Yürüdüğü patika yoldan okulunun yerini işaret etmek için kafasını sola doğru çevirirdi. Bu deneyimi ‘ders’ diye tanımlamak çok eksik olur, üç ay boyunca her hafta bitmesini istemediğim kırk beş dakikalık zamanda yolculuk keyfiydi.

Yine o derslerden birinde konunun oraya nerden bağlandığını şimdi hatırlayamadığım bir anda Erdoğan Hoca “Bu dünyadaki en tımarhanelik icat kağıt paradır” dedi ve devam etti:

“Ben çocukken Jules Verne okumayı çok severdim. Aklımın alamadığı hikayelerini okudum. Denizlerin dibine indim onun kitaplarıyla, dünyanın merkezine yolculuk yaptım, aya çıktım. Jules Verne zamanında bunları yazarken kimse ona ‘deli’ dememiş. Düşünüyorum da o zamanlarda Jules Verne bir kitabında yazsaydı ki sen bir ay boyunca kan ter içinde çalışacaksın, ayın sonu olduğunda patronun sana 5 kağıt parçası verecek, sen de bunu seve seve kabul edeceksin. Koşarak bakkalına manavına gideceksin, ne ihtiyacın varsa alacak karşılığında da bu kağıt parçalarından birini vereceksin, o da seve seve kabul edecekler. Jules Verne’i direk tımarhaneye atarlardı. Bu dünyada insan aklının almayacağı tek icat kağıt paradır”

Kağıt para dünyasında anne rahmine düşmüş olsam da benim de aklım hala almıyor. Ama başka bir açıdan. Biraz biyoloji az biraz da psikoloji ve sosyoloji bilen tarafım insan olmakla gelen sahip olma geninin dünya düzenini varlık üzerine kurgulamasına bir noktaya kadar anlam verebiliyor. Ama matematik ve mantık bilen tarafım insan beyninin içgüdüleri üzerine hükmedememesi kabul edemiyor. İçine doğduğum yirminci yüzyıl ve sonrasında kağıt paranın hayat denilen zaman dilimine verdiği şekilden rahatsız oluyorum. Günümüzün alametifarikası kartvizitlerimizin üzerinde yazılan unvanlardan pek çoğunu meslek olarak kabul edemiyorum, kendiminkiler de başta olmak üzere. Elleriyle çalışmalı insan. Aklını kullanmalı ama elleriyle çalışmalı. Emeği ürün olarak şekil bulmalı. Ürününe elleriyle dokunabilmeli, karşısına geçip izleyebilmeli.

Maslow zamanında hiyerarşisini yazmış, insanın ‘insan’ olabilmesi için temel ihtiyaçlarını karşılaması gerek. Ama işbu temel ihtiyaçlarını karşılamak için de yaşamını harcamamalı insan. Bunu düşündüğüm zamanlarda hep Can Yücel’in Gitmek şiiri gelir aklıma. Ne diyor üstat:

“…Ne mümkün – Sabah 9, aksam 18 – Sonra başka mecburiyetler – Sıkışıp kaldık – Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli – Bu kadar ağır olmamalı…”

Benim temel ihtiyaçlarımın hiyerarşisi biraz farklı: okumak, izlemek, dinlemek, seyretmek, çoğu zaman yazmak, zaman zaman da konuşmak. Bu ihtiyaçlarımı az birazda olsa karşılayabilmek uğruna, ihtiyaçlarımı gidermek için ayırmam gereken zamanı kağıt paralarım olsun diye harcıyorum.

İşbu sebeplerden ötürü, hayatımı hamiliğinde geçireceğim bir veya birkaç kişi ve/veya kurum arıyorum. Sanayi devrimi sonrasında siz insanların deyimiyle hayatım için sponsor arıyorum. İKSV, Fitaş, Pandora Kitap Evi, İstanbul Üniversitesi ve MEY İçki’den gelecek tüm hamilik tekliflerini seve seve değerlendireceğimi de burada belirtmek istiyorum.  Böylece hayatımı, üç kuruşluk aklımın almadığı şeyleri sorgulayarak ve deneyimlerimi, deneyimlemelerimi yazarak geçireceğim.

Dip not: Kağıt para 1690’lı yıllarda ortaya çıkmıştı. Jules Verne ise 1828-1905 yılları arasında yaşamıştı. Bence yukarıdaki hikayeyi hafızanıza kaydederken bu gerçeği göz ardı edin. Çünkü bazı hikayeler gerçeklerle kirletilmeyecek kadar güzeldir. 

Kategori:DüşününceHatıra

Tek Yorum

  1. Öğretmen Öğretmen

    Yazılarınızı bugün keşfettim.:)) Ne güzel yazıyorsunuz, ben de oğlum için hami arıyorum. Size hami olabilecek bütün o kurumlar onun da işine gelir.:)) Neden normal çocuklar olamadınız? Öpüyorum sizi.:))

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir