Siz! Evet, size soruyorum! Sizin uğruna savaş verdiğiniz bir davanız var mı? Peki, siz davanız için sahip olduğunuz nelerden vazgeçebilirsiniz?
Bir adam var bu ülkede, adam gibi bir adam, adı Atilla Dorsay, şahsen tanımam. Ama onunla aynı havayı soluduğum için onur duyarım. Bir adam var bu ülkede, davası uğruna 45 yıllık koltuğunu masaya sürüp restini çeken ve sözünden dönmeyen. 2011 yılıydı Dorsay “Emek yoksa ben de yokum” dediğinde.
Şimdi bugün bir adam çıkıyor ve diyor ki “Kıyma kendine Atilla Dorsay”. Bir adam, adı Akif Beki. Ekliyor: “Kıyma kendine üstat! Yıkılan bir binanın yerine yenisi, hatta belki aslına da uygun çok daha iyisi yapılır ama kıyılan bir ustanın yerine aynısı kolay yetişmiyor. Gel yeniden düşün bu istifayı. Tarihi de olsa bir bina için kalemini feda etme, çünkü sen o binadan daha kıymetlisin.” Buyurun size Türkiye’nin portresi, düştüğümüz yerin varaklı çerçevede resmi.
Emek Sineması, bir kültür mirası koruma davasıydı. Kaybettik!
2010 yılından bu yana Emek Sineması için savaştık. Yazdık, çizdik, imzalar attık, sokaklara döküldük, sinema kapısında gece nöbetleri tuttuk. Onurumuzla kaybettik bu savaşı. Oturduğumuz yerden ahkam keserek değil, kimin elinden ne kadarı geliyorsa yaparak, onurumuzla kaybettik. Bugün ise “Biz Emek’i yıkmıyoruz, birkaç kat yukarı taşıyoruz” açıklamalarıyla uyutulmaya çalışıyoruz.
Kaybettik çünkü kültür mirasını saraylar, camiler ve çeşmelerden ibaret zanneden karar mercilerinin yönettiği bir ülkede yaşıyoruz. İstanbul kent kültürünün ‘vakti zamanında’ ayrılmaz bir parçası olan EMEK SİNEMASI’nın geleceğe bırakacağımız kültür mirasımız olduğunu öngöremeyen ve görmemezlikten gelenlerin yönettiği bir ülkede yaşıyoruz. Bir bina onlardan daha mı kıymetli? Gelecek, onların şu anki mevcudiyetinden daha mı kıymetli?
Yazılarını sevin ya da sevmeyin, takip edin ya da etmeyin, Türkiye’de sinema eleştirmeni denildiğinde ilk akla gelen isim olan Attila Dorsay, 45 yıllık köşesinden, bilmem kaç sıfırlı maaşından vazgeçti diye ustalığını mı kaybeder, kalemini mi kaybeder? Hayır, onurunu korur. Çünkü ‘onur’ sanılanın aksine, 19. yüzyıl edebiyat eserlerinde geçen bir kelimeden çok daha fazlasıdır. Bir dava adamına, davasını kaybetti diye mevkiini korumak için verdiği sözlerden dönmeye çağırmak; onu yüceltmez, çağrıyı yapanı daha da düşürür. Zaten Istanbul kent kültürünün bir parçası için ‘daha iyisi yapılır’ cümlesini telaffuz edebilen biri zaten şimdiye dek Atilla Dorsay’ın yazdıklarının bir kelimesini anlamamış demektir.
***
Önce Arnavut kaldırımlarımızı söktüler, sonra Vakko’yu kapanmak zorunda bırakıp yerine Çetinkaya’yı açtırdılar. Bugün şehir meydanında anıt mezar gibi duran Alkazar’ımız düştü ilk. Sonra türlü oyunlarla Emek’imizi ele geçirdiler. Dedemin kravatını düzeltmeden, ayakkabılarını parlatmadan adım atmadığı İstiklal Caddesi’ni AVM pazarına çevirdiler. Efkar dağıttığımız sokak masalarımızı topladılar. İnci’mizi ‘taşıdılar’. Vazgeçmedik, her gün bir parçasını daha kaybeden, eksilen, tükenen, yiten ve bu durumu sesi çıkmadan seyretmek zorunda bırakılan Istanbul adına son kalemiz Beyoğlu Sineması için savaşmaya devam ediyoruz.
Ve Istanbul’un “Arnavut kaldırımları ayakkabımın topuğunu kırıyordu” diyenlere değil, “Emek Sineması’nın tuvaletleri bakımsız, koltukları rahatsızdı” diyenlere değil, “İnci’nin profiterolü de kötüydü zaten” diyenlere değil, daha fazla Atilla Dorsay’lara ihtiyacı var. Yoksa yarınlara bir Istanbul kalmayacak.
İlk Yorumu Siz Yapın