İçeriğe geç

Ege sahilinde küçük bir pansiyon açalım..

Fulsen Türker'in kendi portresi 50x70, yağlı boya 2014, Istanbul
Fulsen Türker’in kendi portresi
50×70, yağlı boya
2014, Istanbul

Nerede kalmıştık? Evet, ben Fulsen. Garson ve Mutlu! 32 yaşında özgeçmişini buruşturup çöpe atan o kadın. Doğru hatırladınız, dokuz ay önce Datça’ya yerleştiğinden beri hakkında haber alınamayan o kadın işte, benim.

Size bu satırları emeklilik planlarınızın tam kalbinden yazıyorum. Hatta emekliliği bile beklemeden her şeyi bırakıp gidip, hani o kendi halinde bir pansiyon, küçük bir kafe, keyifli bir meyhane açmak istediğiniz Ege-Akdeniz kasabası var ya, işte orada hayallerinizdeki hayatı yaşıyorum.

Bilenler biliyor, bilmeyenler buradan öğrensin. Bir yıl önce, mutfağında kahve, biraz peynir, biraz meyve ve mutlaka sade dondurma olan Şişli’deki evimde, ben hiç İstanbul’dan çekip gitme hayalleri kurmazdım. Ama bir şey var ki profesyonel olmayan kariyerimdeki uzmanlığımı hayatımı alt üst etmek konusunda kazandım.

İstanbul’dan kaçış planlarınızın hemen yanında yaşattığınız o Fulsen, ben değilim, o benden iki üç gömlek büyük bir kadın artık. Ben mi? Sesim soluğum çıkmazken hatalar üzerine hatalar yapmakla ve bir kez daha hayatımı ters yüz etmekle meşguldüm. Yaşadıklarımdan öğrenemediğim bir şey var, başıma ne gelirse gelsin dışarıya gülümseyen o dimdik duruşumdan vazgeçemiyorum. Yaşadıklarımdan öğrenemediğim bir şey var, hala zaman zaman kendime bile dürüst olmayı unutuyorum.

Dokuz ay önce tatile diye Datça’ya geldiğimde, ne bir evim, ne bir işim, ne yastık altı param, ne de hayatımın geri kalanıyla ilgili bir planım vardı. Tatilimin beşinci gününde çok güvendiğim sevgilimin de beni bir kısa mesajla terk etmesiyle dımdızlak ortada kaldım. Sıfırdan başlamaktan başka hiçbir çarem yoktu. O esnada Datça’da bulunduğum için bugün size Datça’dan yazıyorum. “Balıkaşıran’dan öteye sadece kaçıklar ve kaçaklar geçer” deniliyor burada, ben kaçık mıyım kaçak mı, bunun cevabını henüz bilmiyorum.

Ne kadar zor olabilirdi ki? Belki planlamamıştım ama neredeyse tanıdığım herkesin hayallerinin içine düşmüştüm.  Havası güzel, denizi güzel, bulutları şiir gibi, insanları sıcacık, domatesleri lezzetli bir yerde yeniden başlamak… Kabul ediyorum romantikti.

Her sabah perdeleri havalandıran rüzgârın arkasından gelen kuş sesleri ile uyanıyorum. Güne yüzümde kocaman bir gülümse ile özel harman kahve çekirdeklerimi öğüterek başlıyorum. Köpeğim Şila hiç tasma takmadı, ben nereye gidersem arkamda. Yeni hayat arkadaşımız Şila ile tanıştınız, değil mi? Onunla sabahları doğan güneşe, akşamları yükselen aya karşı uzun yürüyüşler yapıyoruz. Gülen gözlü esnaflar kepenklerini açarken söyledikleri şarkılara ara verip bize aydınlık bir gün diliyorlar. Her hafta pazardan taze mevsim meyveleri sebzeleri alıyorum, bazı haftalar dereotu bulmuyor. Luna ile öğle uykularımızdan vazgeçemiyorum. Göz hizamda bulutlar, her yer alabildiğine mavi-yeşil… Herkesin her derdine koşan o insanlar, kasabanın nüfusunda +1 değil de kocaman bir aile gibi. Gün batarken dolan rakı kadehleri, şevketi bostan, börülce, arapsaçı, dolunay piknikleri… Daha Mayıs ayı başlarken bronzlaşmış tenime sinmiş deniz tuzu, güneşten rengi açılmaya başlamış saçlarım, üzerimde incecik elbiseler, çıplak ayaklarımla hayat bana güzel, değil mi?

Küçük bir ev tuttum. Mutfağımı ellerimle yaptığım reçeller, turşular, likörlerle doldurdum. Küçük küçük kavanozlara baharatlar doldurdum. İçimi geleceğe dair umutlarla doldurdum. Buzdolabımı tencere tencere yemeklerle doldurdum. O kadar yalnızdım ki her boşluğumu bir şeyle doldurdum. Bir cümle kurduğumda, beş yıllık geçmişini anlatmam gerekmeyen insanlarımı özledim. Hatta hiçbir şey konuşmama gerek bırakmadan gözlerimden beni anlayan insanlarımı daha çok özledim. En çok da doya doya sarılmayı özledim. Zaman dedim, sustum. İlk kapısından içeri girdiğim yerde çalışmaya başladım, ne de olsa ben ‘Garson ve Mutlu’ydum.

Bilenler biliyor, bilmeyenler buradan öğrensin. Artık garson değilim çünkü kovuldum. Sizin “Hayat sana güzel” dediğiniz o anlarda, Datça’ya yerleşmiş bizleri her gece ormanda ateş yatıp, etrafında kol kola girip dans eden yedi cüceler gibi gördüğünüz sıralarda, ben bazı günler 13-14 saat mesainin yorgunluğu ile yatağa girmeden kıyafetlerimi çıkaracak gücü bulamıyordum. Sabah yüzümü yıkamadan kendimi yeniden dükkâna sürüklüyordum. Kaçak mıydım, kaçık mı, bu çileyi neden çekiyordum? Garsonluk yapmayı seviyordum tabii. Sonra dünyanın en mutsuz insanlarıyla tanıştım, o kendi halinde pansiyonların, küçük kafelerin, keyifli meyhanelerin sahipleri. Günde 16-18 saat mesai yapıyorlar, başlarına gelen bu felaketi saklamak için –aynı benim gibi- dışarıya gülümseyen dimdik duruşlarından vazgeçmeden yürüyen ölüler gibi yaşıyorlardı. Yaşamak? Bir gece onları Datça’dan kaldırıp sabahında Erciş’e bıraksak, fark edebilecek durumda değillerdi. Dahası biz garsonların onlardan daha az çalıştığımız 4 saati kıskanıyorlardı.

Adı tatil beldesi olarak tanımlanmış bir sahil kasabasında yaşadığım için “Yoruldum” dediğimde anlam veremediğiniz, “Tatile ihtiyacım var” dediğimde bir yere koyamadığınız, artık İstanbul’da yaşamadığım için mesaiden saymadığınız işimde boğuldum, nefes alamadım. Siz 17.45’te gelen E.postayla fazladan yapacağınız yarım saatlik mesaiyi dert ederken, ben kapanış saati ‘son müşterinin kendi rızasıyla kalktığı saat’ olan dükkânda bir masanın başında nöbet beklediğim her dakika ömrümden yedim. Hiç sesim çıkmadı, iki satır yazabilmek için ne gücüm ne de zamanım vardı. Her gece Şila’yı dışarı çıkartıp 15 dakika sonra eve sürüklerken ondan defalarca özür diledim, bir sonraki gece uzun bir yürüyüş için söz verdim, tutamadım. Ayrıldım mı, hayır! Ben işsizlikten çok korkarım biliyorsunuz. Hayatın bana güzel olduğunu düşündüğünüz bir sırada günde 8 saat çalışmak istediğim için “Yarın gelme istemiyorum” denilerek 8 ay emek verdiğim yerden bir cümleyle kovuldum.

Benim hikâyem için ben başta olmak üzere, her yerde insan yine insan. İşte Fulsen de herkes gibi terk edilen, kovulan, bazen iyi, bazen kötü, kimilerince sevilmeyen, hala evin kirası kedinin maması diye düşünen, sadece bir insan. Bir sahil kasabasına yerleşti mi insan, dertlerini dalgalar alıp götürmüyor. Köpekleri tarım ilacıyla zehirleyen insanlar, egoları popolarından büyük insanlar, kocaman kahkahaların altında saadet taklidi yapan insanlar, dolandırıcılar, yalancılar, dedikoducular, huysuzlar, mutsuzlar burada da var. Buradakilerin bazısı kaçak, bazısı kaçık olsa da, yine de insan her yerde insan işte. Datça’da da yerlere çöp atıyorlar, Datça’da da sevgilileri aldatıyorlar… Şiddete ne kadar karşı olsan da zaman zaman, hele de öğleden sonraları ağustos böceklerinin alnın ortasına bir kurşun sıkma arzusu ile tutuşuyorsun. Burada da sol kendi içinde çatışıyor, sanki artık sağ-sol diye bir şey kalmış gibi.

Bilenler soruyor, bilmeyenler de sormadan öğrensin. İstanbul’a dönmüyorum. Hayat bana mı güzel? Evet! Ama Datça’da ya da İstanbul’da olduğum için değil, ben olduğum için. İnsanlara güvenmekten vazgeçmeyip, bir adama yeniden “sevgilim” diyebildiğim için güzel. Garson değil ama yine de mutlu olabildiğim için güzel.

Güzel çünkü artık Datça’da da insanlarım var, sarılabildiğim, konuşabildiğim, susabildiğim. Ben ki yıllardır İstanbul’da yedi milletten insanla bir arada yaşadığımla övünmüşüm. Yalan! Ortak bilince sahip, benzer kitapları okumuş, benzer filmleri seyretmiş, aynı konserlerde salonun farklı yerlerinde dikilmiş, hatta aynı seçimlerde aynı partilere oy vermiş ben ve benim gibilerden oluşan küçücük bir dünyaymışım. 14 milyonluk İstanbul’un içinde kendimi ne de güzel kandırmışım, kalabalıkların içinde ne güzel saklamışım. Asıl burada 20 bin kişinin içinde yalnız kalınca, yedi milletten insanı tanıdım, onlarla tartıştım, zaman zaman anlaştım. Benim gibilerin arasından çıkınca sevilmemek neymiş ve ne kadar doğal bir şeymiş öğrendim, sevdiklerimin beni sevenlerin kıymetini daha da anladım. Dönmüyorum çünkü burayı olduğu gibi seviyorum, İstanbul’u da hala uzaktan uzağa sevmeye devam ettiğim gibi.

Dokuz ay, anne rahminde yatar gibi Datça’da yattım. Kendimden yeni bir ben doğurdum, yeni bir mutlu son yazdım. Orson Welles’in dediği gibi “Mutlu bir son istiyorsanız önemli olan öyküyü nerede bitireceğinizdir”. Az önce baktım da mutfağımda kahve, biraz peynir, biraz meyve ve sade dondurma var. Ne de olsa insan nereye giderse gitsin önce kendini götürüyor. Dürüst olmak gerekirse ben kahvaltıda reçel yemeyi de pek sevmiyorum. Yarın başıma yine her şey gelebilir ve emin ki gelecektir; ama bugünlük yine mutlu bir sondayız. Evet, hayat bana güzel! Benimkinin bir yol hikâyesi olduğunu bildiğim ve bu yolun da böyle inişli çıkışlı devam edeceğini kabul ettiğim için daha da güzel…  Şimdi siz deyin, kaçak mıyım, kaçık mı?

Kategori:İtirafname

11 Yorum

  1. Özgür Özgür

    Anlaşıldı, yeni bi kitap geliyor ?

  2. Cevahir Cevahir

    İçimde titredi cümlelerin fulsen! Tebrik ederim gerçeklerle soluklaşmamış her bir umut damlasında filizlendi umutlarım.Bir kadının kadını görmesi güzelmiş.En sade ve içten tek cümle”teşekkür ederim”

  3. naz naz

    Bir memur çocuğu olduğumdan mi yoksa korkaklik içimde hep vardı da ondan mı bilmem hayatınız beni dehşete düşürüyor. Kitaplarda ki filmlerde ki en begendigim kahramanlar gibisiniz. Cesur pervasız kim ne der takıntısı olmadan sadece içinden geldiği gibi bir yaşam .isteyip cesaret edemediğim bir hayat sizin ki . Her şey yüzünüzü gülümsetecek içinizi pırıl pır edecek kadar güzel olsun. Iyi dileklerimi toplayıp gönderiyorum size. Şu aralar takıntısı olduğum Kore dizilerinde çokça geçen şeyi söylemeden edemeyecegim “fighting” sevgiler

  4. Sevgili Fulsen,
    Verdigin uzun aradan sonra yine carpici bir yaziyla donus yapmissin. ‘Ege’de bir sahil kasabasi’ mitini bu kadar guzel, dogal,carpici ve gercek bir oykuyle sundugun icin tebrikler ve tesekkurler.
    Mutlu olmana sevindim. Ha bu arada mutlu olmak zorunda da degiliz. Hayat surekli saga sola siritmakla gecmesi gereken bir surec degil. Aglamak da var icinde, dusmek de, kalkmak da. Hepsi hayata dair. Gercek ve dogal olan da bu sanirim.
    Sevgiyle…

  5. Neşe Neşe

    Ben kendimi kaçık bir kaçak olarak tanımlıyorum… Sanırım sende öylesin… Ben Kaş’ta sen Datça’da… Ve yine yazdığın gibi … Insan heryerde aynı…Kaş , Datça, İstanbul … Aynı…ben ya da sen ya da o, bu..aynılıklar içinden farklılıklar ile çıkarak yaşıyoruz… Iyiki de böyle yapıyoruz…. Sevgiler …

  6. dilek dilek

    Heeeeey !!

    Datçada seni bulmak istiyorum ve o pansiyonu açmak 🙂 ben palamutbükünde yaşiyorum ayni yaştayiz 😛 istanbulu terkedeli srnin gibi uzun zaman olmadi ama Strabon desiyse Tanri Sevdiği kularini Datça yarim adasina birakir diye.. Biz seçilmişler olarak başaramayacağimiz sey yok

  7. Nilgün Nilgün

    Hayat…
    Kaçak olamayacak kadar birşeylere bağlanmış,kaçık olamayacak kadar anneyim ben 🙂
    Ve şu durumda herşeylerin orta yerinde arada derede biryerlerdeyim…Kalabalığım ama tekim 🙂
    Lakin gel görki Fulsen , ettiğin laf doğru; insan her yerde insan…
    Ama şanslı kadınsın kabul et,çoğu kişi yeniden, yeniden ve yeniden başlayamaz…
    Yürek lazım ,acıya katlanmak lazım,delilik lazım…
    ben olsam mesela ,
    dönmem artık geri…
    ama kahve yerine çay isterim ben,sanki çay varsa her sorunu çözerim gibi geliyor …

  8. İnsanın gittiği her yere kendisini götürmesi kadar gittiğimiz her yerin de aynı dünya gerçekleri ile çerçevelenmiş olması ne acı.Mandıra filozofu olmak için bile belirli bir sermayeye ihtiyaç var anlaşılan.Umarım yeni aşkın daim olur.Böylece seyahatine daha güçlü devam edersin :)Sevgiler.

  9. ayses. ayses.

    Ben Bodrum’da yasadigim halde, senin yaptigini yapmak ve Datca’ya yerlesip garson olmak istiyordum ve bugun bu yazdiklarini okuduktan sonra ilk hissettigim sey, hayalkirikligi idi :), sanki ben gidip denemisim ve olmamis gibi, olmadiginda hissedecegim hayalkirikligini simdi yasiyormusum gibi… 🙂
    sonra bir durup dusundum ve yasamak istediklerimize ve hayallerimize nasil da sikica bagli oldugumuzu, hayatta yapmak istedigimiz seyleri gerceklestirdigimizde herseyin ama herseyin tam da bizim istedigimiz gibi olacagina olan inancimizi, hatta bundan ne kadar emin oldugumuzu dusundum… hayatin surprizlerle dolu oldugunu, aslinda hicbir seyin bizim istedigimiz gibi olmadigini yada olmayabilecegini kabul etmemiz gerektigini hep ama hep unutuyoruz, ustelik hayatin butun hatirlatmalarina ragmen unutup duruyoruz… aynen soyledigin gibi, bu bir yol hikayesi, bunu hic unutmamak gerek ve icinden hep “gelsin, hayat bildigi gibi gelsin” diye mirildaniyor olmak gerek bu hayatta… Sonucta kacak da olsak, kacik da olsak bu boyle…

  10. Tugay ATEŞ Tugay ATEŞ

    Kaçak ! Yoo yoo , neden kaçak olacakmışsın ki ? Nerede olduğunu , neler yaptığını , nasıl yaşadığını kimseden saklamıyorsun ki ! Olsa olsa biraz kaçıksındır :)) Tatlı kaçıklar diye bir dizi vardı küçüklüğümde , hayal meyal hatırlar gibi oldum. Senin yaşın kurtarmayabilir tabi. :))
    Küçük bir pansiyon açalım başlığı ile yazmışsın ama bu konudan pek bahsetmemişsin. Peki sen daha önce hiç, bir işyeri çalıştırdın mı ? Unutma bir işletmede çalışmak ile , işletme çalıştırmak çok farklı şeyler.
    Tamam , Datça’ya gelirken elinin tersiyle ittiğin eğitimin , kariyerin , statün … gibi gibi vazgeçtiklerin daha doğrusu ciddi bir cesaretin var katılıyorum. Ama , dışarıdan çok basitmiş gibi görünse de , bir bebek gibi yoktan var edip , büyütmek , geliştirmek , emek vermek gereken bir şeydir ticaret. Hele bir de seni oraya bağlaması , zapturapt altına alması… Ne dersin , Fulsen bir yere bağlanabilir mi ?
    İşi yapamayacağını , başaramayacağını , üstesinden gelemeyeceğini asla düşünmüyorum. Sürdürebileceğin , ne kadar uzun vadeli yapabileceğin beni düşündüren. Ama bu konuda kazanacakların ve kaybedeceklerinin muhasebesini iyi yaptıysan , kendinde o cesareti yakaladıysan , durduğun kabahat :)) Açarsan haberdar et 😉 Sağlık ve huzur dolu günler dileğiyle…

  11. tekrar hoşgeldin. biliyor musun. geçen hafta eşime whatsuptan yazdım. herşeyi bırakıp datçaya yerleşelim. çocuklar trafik olmadan büyüsün. denizin tuzu üstlerinde kurusun. akşam oturdukları yerde yorgunluktan uyuyakalsınlar . enerjilerini boşaltsınlar dedim. bu dediğin güzel ama olacak iş değil dedi bana. bak sen yapmışsın. tebrik ederim. eğer pansiyon açarsan bana haber verir misin. sende kalırız. az da olsa belki sohbet ederiz. sevgiler.
    medine
    bursa

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

%d blogcu bunu beğendi: