Güzel bir rüyanın refakatinde uyanıyorum sabaha. Kış güneşi yolunu bulmuş, yastığıma düşmüş; Luna saçlarımı yalıyor. Kahvemi yapıyorum, balkona çıkıyorum, serin havayı tütünümün dumanına katıp ciğerlerime dolduruyorum. Haberleri açıyorum: Katliam! Erkenden uyuduğum hatta güzel bir rüya gördüğüm için bile utanıyorum bir an.
Bir katliam ki ne şimdiye kadar yaşanmış olanlardan eksik, ne bundan sonra yaşanılacaklardan fazla. Sayıları çok severim, katliamlar dışında. Onlarca insan… Doğdular, büyüdüler. Acılarıyla hayalleriyle hepimiz gibi sadece insandılar. Geçen akşam bir konsere gidelim dediler ve öldüler.
Sosyal mastürbasyon sayfaları “İnsanlar değil, insanlık öldü” diye bağırıyor. Bense düşünüyorum, insanlık hiç yaşadı mı diye. İnsan var oldu var olalı, her zaman ve her yerde kavga, kıyamet, savaş, felaket, katliam… Var mı güçlünün gücünü, güçsüzün üzerinde kullanmadığı tek bir an? Bütün çocuklar faşist mi doğuyor yoksa? Peki, biz ne zaman insan olduk? İnsanlık diye bir şey uydurduk? İnsan kelimesine yüklediğimiz anlamların doğada neden çoğul bir karşılığı yok? Barış, adalet, eşitlik, özgürlük, insanlık… Hepsi bir avuç insan icadı saçmalık… Ha bir masalın sonundaki “Ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar” cümlesine inanmışsın, ha güzel günler göreceğimize… Ama gerçeklerle de yaşanmıyor işte.
Çok derinlere gömdüğüm çocukluk anıları patlamaya başlıyor bir anda beynimde. Kafamı ne tarafa çevirsem kaçamıyorum, hepsi gözümün önünde. Sekiz dokuz yaşlarındayım. Odamın kapısına bir kız çocuğu bırakıyorlar; sarı saçlı, renkli gözlü, benden üç yaş küçük, kocaman gülümseyen dünyalar güzeli bir kız çocuğu… “Bu senin kardeşin artık” diyorlar, kız çocuğu babama “Baba” diyor, yatağımın aynısından bir tane daha getiriyorlar, odamın yarısını ona veriyorlar. Birlikte yaşadığımız bir buçuk yıl boyunca, oyunla karışık dövüyorum kız çocuğunu. Ağlamaya başladığında da ayağımı karyolanın köşesine çarpmış gibi yapıp, ben de basıyorum yaygarayı. İkimiz de ağladığımız için ya ikimize de kızıyorlar ya da ikimize de kızmıyorlar. O benimle oynamaktan vazgeçmiyor, ben de onu pataklamaktan ve her seferinde bir şekilde kurtarıyorum paçayı. Sekiz dokuz yaşlarındayım, kötüyüm.
Daha da öncesi düşüyor aklıma. Beş yaşından büyük değilim. İlk en yakın arkadaşımı, başka birisi ile oynarken gördüğüm için kolunu ısırıyorum, kanatana kadar. Bırak şiddete şahit olmayı, kimsenin kimseye kötü söz bile söylemediği bir ailenin sevgi dolu biricik kızıyım ve kötüyüm. Otuz dört yaşımın utanacağı kadar kötü.
Siz hiç kendi çocukluğunuzdan utandınız mı? Altınıza işediğiniz değil, kötülük yaptığınız için… Bugün “Yeter artık bu kadar şiddet” diye ağlarken ilkokul sıralarında erkekleri döven kız çocuğu olmaktan nasıl da gurur duyduğumu hatırlayınca, bugün et endüstrisinde hayvanlara yapılan işkencelere karşı durmak için et yemeyi bırakmışken küçücük yaşımda karıncaları yakalayıp tek tek bacaklarını koparttığımı hatırlayınca, ben çocukluğumdan çok utanıyorum.
Peki, ne zaman insan olmaya başladım? Sözlük anlamıyla değil, bizim yüklediğimiz anlamlarıyla insan… Ya da olabildim mi gerçekten? Yoksa bugün yüzümü kızartan o kız çocuğu, bir odada kilitlenmiş halde hala içimde yaşıyor mu? Neden tüm zamanların en sevdiğim dizilerinden biri Dexter?
Büyüdüm de ne oldu? Barış, adalet, eşitlik, özgürlük istiyorum; insanlık yaşasın istiyorum. Mümkünmüş gibi… İnsanın olduğu yerde olmayacak dualara âmin diyorum. Lafın gelişi işte, ben Tanrıya da inanmıyorum. Sonra olmayan dualarım için farklı sabahlarda farklı haberlerin karşısında benzer acılar çekiyorum.
İşte o sabahlarda bir Tanrıya bile inanmak istiyorum. Öteki dünya, cennet ve cehennem, karma, reenkarnasyon hiç fark etmez, birinden birisi olsun da bu kadar kötülük cezasını bir yerde bulsun istiyorum. İnsan icadı bir mutsuzluğun içinde ölürken, ben de kendi çocukluğumun cezasını çekiyorum.
O kadar da kötü değilsiniz bence:-)