Yolculukları oldum olası sevmedim. Dokuz yaşında bir muavine emanet edilerek, şehirlerarası otobüsün bir numaralı koltuğunda geçirdiğim üç buçuk saatlik ilk tecrübemden beri, bu böyle. Bir numaralı koltuk önemli, bir kaza durumunda kaptan ilk önce kendini kurtarmak için manevra yaparken en yakının oturan benim de kazadan sağ çıkma olasılığımı yükseltiyor. Dedem öyle söylemişti. Ya otobüsü kaçırırsam, ya aynı koltuğu iki kişiye satmışlarsa, ya bavulumu benden önce inen birisi alıp giderse… Bak yine nefesim daralıyor. Yaşım ilerleyince anneannem tembihledi, yola çıkmadan tüylerini alacaksın, temiz külot giyeceksin diye. Aman ha bir kaza olursa, ölürsek falan hastanedeki doktora, camideki gassala rezil olmayalım.
Ölmekten ziyade, bir mola yerinde inersem yanlış otobüse binmekten, dahası otobüsün beni almadan yola devam etmesinden korktum. Yıllarca emanet edildiğim muavinler, dedeme söz verdikleri gibi bana göz kulak olmak adına bolca asidi kaçmış kola içirirken işbu korkularımdan sebep çişimi ölesiye tutmayı öğrendim. Her mola yerinde otobüs camından izlediğim o albenili dükkanlar, rengarenk pelüş oyuncakları ve türlü şekerlemeleri ile beni yanlarına davet etse de, bilmem ne dinlenme tesislerinde mahsur kalmak kadar kötü bir şey olabilir miydi? Dinlenme tesisi çalışanları nasıl yaşar? Hep kaşarlı tost yer, köpüklü ayran mı içerler? Aynı televizyon kanalını seyretmekten sıkılmazlar mı? Nerede yatarlar, neyin hayalini kurarlar, kime aşık olurlar? Posta adresleri var mıdır? Hiçliğin ortasında yarı açık bir ceza evi…
Merhaba, ben Fulsen bu arada. Daha önce tanışmış mıydık? O kadar da mühim bir varlığım yok dünya üzerinde, 1980’lerin başında doğmuş pek çoğunuzdan biriyim sadece. Bundan iki yıl öncesine kadar, içine doğduğum coğrafyanın ve bu coğrafyayı dolduran toplumun bana çizdiği yolda dümdüz ilerliyordum. Bir gün hayatım alt üst oldu ve en son buraya kadar geldik. Geldik derken? Ben, ruhum, kötü kalpli ikiz kardeşi ve tepemizdeki kara bulut. Burası mı? Datça!
Aksiyom 1: Tanrı sevdiği kulunu Datça yarımadasına bırakırmış.
Eylül geldi, tatil sezonu sona erdi. Birkaç yıl önce yaptığım Bozcaada tatilini hatırlıyorum da şimdi. Nasıl zor gelmişti geri dönmesi. Orada geçen günlerimi sıcak bir öğleden sonra rüyası addederek, beni çağıran gerçek hayatımın yedi ceddine sövüyordum. Gidip de dönen, dönüp de anlatan yok ama cennet diye bir yer varsa gerçekten dünyadaki izdüşümü Bozcaada’dır, diyordum; bavulumun üzerinde oturmuş ağlamaklı gözlerle otobüs beklerken. Bikini izlerim daha silinmeden deniz kenarında çekilmiş fotoğraflarıma bakıp, ilk fırsatta o kahvaltı sofralarına, rakı masalarına geri dönmeyi hayal ediyordum. Üzerinde “Bazen kapalıdır” yazan kitapçı kapısının fotoğrafını, kariyer planı olarak şirket bilgisayarımın ekranına koymuştum.
Bakın bugün Datça’da yaşıyorum.
Hayat beş yıllık kalkınma planlarım paralelinde ilerleseydi, şu an yaşadığım yer Bozcaada olurdu. Ama hayatın başka planları varmış ki beni buraya getirdi. Dokuz ay önce Datça’nın haritadaki yerini gösteremez, Marmaris’i şehir zannederdim. Zaten coğrafya en kötü dersimdi. Şu ahir ömrümde öğrendiğim tek bir şey var ki, hayat sadece bir yol hikayesi.
Aksiyom 2: Balıkaşıran’dan öteye sadece kaçaklar ve kaçıklar geçermiş.
İstanbul, hayatın kalbi hatta pek çok kişi için dünyanın başkenti. Ankara, sevimsiz bürokrasi işleri. İzmir, bağımsızlığını ilan etmiş bir iç ülke. Geri kalan Türkiye? Bozkırın ortasında sarılar içindeyse lanet, sahil şeridinde mavili yeşilliyse cennet… Datça? Uzaktan bakınca Ege şivesiyle konuşulan bir romantik komedi filmi ya da yol kenarında bir dinlenme tesisi!
Merhaba, ben Fulsen. Geçtiğimiz yılın Ekim’inde, Datça’ya geldim. Buraya yerleşmek gibi bir planım yoktu ama gidecek bir yerim de yoktu, hatta hayatımın geri kalanıyla ne yapacağıma dair bir fikrim de yoktu. Sezon bitmiş, yazlıkçılar gitmişti. Bozcaada’dan dönmek istemediğim günler geldi aklıma. Mukadderat işte, dedim. Hem ben, esas kızın bir sahil kasabasına taşınmasıyla başlayan çok güzel filmler izlemiştim. İnsan adı ‘tatil beldesi’ olan bir sahil kasabasına yerleştiğinde her günü ‘tatil gibi’ geçecek yanılgısına kapılıyor. Gerçeklerle tanıştığında ise kendini bir dinlenme tesisinde mahsur kalmış gibi hissediyor. Hiçliğin ortasında yarı açık bir ceza evi… Ayrıca insan her gün gözleme yiyemiyor.
Tatil bittiğinde; ev kirası, elektrik faturası, kedinin maması telaşeleri yine başladığında, İstanbul da bir Datça da. Burada da gazeteleri açtığımızda her yer: cinnet, cinayet, rezalet. Sokaklarda kedilere tekme atanları göreceksin, şaşırma! Yerlere çöp atanlar, köpekleri zehirleyenler burada da var. Dışarıda mutluluk tablosu çizen sevgililer, burada da birbirini aldatıyor. İşsizlik, diz boyu. İşçi hakları, sıfırın altında. İyi insanlar, güzel insanlar, mutlu insanlar yok mu? Var tabii ki; İstanbul’da, Ankara’da her yerde oldukları gibi. Gerisi, biz burada camı kapıyı açık bırakıp pazara çıkıyoruz, siz orada sinemaya gidip kadim dostlarınızla kahve içiyorsunuz.
Hipotez: Tanrı (şayet varsa) en çok kaçaklarla kaçıkları seviyor.
Yolculukları oldum olası sevmedim. Yer değiştirmek ruhuma aykırı. Kahvecim, tütüncüm, kuaförüm, menemencim, müdavim barım, manavım, tüm iyelik eklerim… En iyisini bulabilmek için yıllarımı verdiğim konfor alanımdan çıkıp yeni şeyler denemek bana göre değil, derdim. Hazırladığım bavulların içinde hep bir eksik olurdu. Hiçbir yere tam gidemedim.
Bugün İstanbul’a dönme imkanım varken, dönmemeyi seçiyorum. Bir yolculuğu daha kaldıramayacağım için değil. Hayat bir yol hikayesiyse, bir sonraki yola çıkmadan önce buradakilerle daha işimiz olduğu için. Şimdiye kadar öğrendiklerim ne ki, insan insanı en iyi kasabalarda tanıyormuş. Ayrıca ben de Tanrı olsam, kaçaklarla kaçıkları severdim. Geri kalanı çok sıkıcı…
İlk Yorumu Siz Yapın