Kendimi bildim bileli köpeklerden ölesiye korktum. Korkunun insana yaptırabileceklerinin ise sınırı yok…
2003 kışıydı, aylardan Ocak ya da Şubat, çok net hatırlamıyorum. Öğle saatlerinde bastıran kar, gece olmadan bütün şehri ele geçirmişti. Dükkânı kapatıp evin yolunu tuttuğumda saatler çoktan gece yarısını geçiyordu. İstiklal Caddesi’nden meydana kadar yürüdüm. Karın havayı yumuşatmasına aldırmayan Taksim Meydanı her zamanki gibi mevsim normallerinin üzerinde soğuktu.
Çevrede dolmuş, taksi, otostop çekebileceğim herhangi bir araç hatta benden başka bir insan evladı bile olmadığını fark edene kadar karı ne kadar çok sevdiğimi düşündüm. Arka planda kar yağan bütün anılarım güzeldi. İnceden gülümseyerek kaderime boyun eğdim ve eve ulaşmak için yürümekten başka çarem olmadığını kabul ettim.
Koşulları değerlendirdim: cepte yarım paket sigara, ortalama otuz santim yüksekliğinde kar, yaklaşık üç kilometre yol… Soğuktan daralan kılcal damarlarımın etkisi ile yarım saate kalmadan çişim de gelecekti. Cadde boyunca serilmiş pürüzsüz karın altındaki olası çukurların hesaplanamayacağına kanaat getirdikten sonra, önce Gümüşsuyu Yokuşu’ndan inip sonra Akaretler’den yukarı tırmanmak yerine, Maçka üzerinden geçen ve kısmen daha doğrusal bir rota ile Şair Nedim’e ulaşmaya karar verdim. Böylece kolumu bacağımı sakatlama olasılığımı %60 oranında düşürmüş oldum.
Sadece şehir, ben ve düşüncelerim vardı. Hayatta kalmak için yeterli çoğunluğa sahiptik. Pantolonumun paçalarından yükselen kar suyu kasıklarıma kadar ulaşmıştı. Soğuktu. Yürürken postallarımın içindeki zavallı ayak parmaklarımı oynatarak, hareket kabiliyetlerini kontrol ediyordum. Küçük parmaklarım üzerindeki hükmümü yitirmiştim. Bu geceden sonra, iki parmağıma veda etmem gerekebileceğini düşündüm. Muhtemelen bir süre denge sorunu yaşayacaktım ancak üstesinden gelinemeyecek bir durum değildi. Yürümeye devam ettim. Teknik üniversitenin Taşkışla kampüsü ile Maçka Parkı arasında koordinatlarını tam veremeyeceğim bir yerde, dayanma sınırlarımın sonuna gelip altıma işedim. İki dakika için bile olsa bacaklarım kısmen ısınmıştı. Nasıl büyük bir kahkaha attıysam, karlara çarpan sesim tüm caddede yankılanmaya başladı. Şehir, ben ve düşüncelerim altıma işememe çok güldük.
Yol uzun, hayat kısa, ne yapayım? Güftesinde ‘kar’ geçen ve serbest çağrışımla aklımda sıraya girmiş şarkılardan bir potpuriyle kendime konser veriyordum. Kar müsaade etse dans bile edebilirdim ama yürümek için dizimi karnıma kadar çekip, postalımı doksan derecelik açıyla az ileriye saplamam gereken zorlu parkur, dansı figürleri için pek elverişli değildi.
“Her yerde kar var, kalbim senin bu gece” ile “Karlar düşer, düşer düşer ağlarım” arasında bir yerde, bir köpek havlaması duydum. Bir tane daha… Birkaç tane daha… Bir grup köpek konuşa konuşa ve koşar adımlarla bana doğru gelirken Maçka Parkı’nın demir parmaklıklarının hizasında caddeye yaklaşmıştım. Soğuğun yapamadığını köpekler başarmıştı ki kanım dondu. Gözlerimi bile kırpamıyordum. Kalp atışlarım sağdaki apartmanın giriş katında uyuyan çocuğu tatlı rüyasından edebilecek kadar gürültüydü. Hareket edemiyordum. Kafam çalışmıyordu, nasıl kaçabileceğimi planlayamıyordum. Hesaplayabildiğim tek şey köpeklerle aramdaki mesafeydi ve o da git gide azalıyordu. Çığlık atsam, çocuk uyanır, babasını uyandırır; o da beni kurtarmak için paltosunu ve botlarını giyine kadar bu canavar köpekler beni kaç kez ısırırdı?
“Tamam kızım, acısıyla tatlısıyla çok da fena sayılmayacak bir hayat yaşadın. Sen neler gördün, ne badireler atlattın ama işte buraya kadarmış. Sakin ol. Sonuçta hepimiz ölmeyecek miyiz? Köpeklerin dişleri arasında bir ölümden ziyade, sıcak yatağında tatlı uykunda gelen bir ölüm ya da iyi planlanmış bir intihar daha çok yakışırdı sana ama… Şu hayatta her şey istediğimiz gibi olmuyor işte. Seni tanıdığıma çok sevindim. Zaman zaman kavga etsek de bilirsin ben seni hep sevdim.”
Kendime veda ederken, kar muhalefeti nedeniyle saatte ancak yirmi beş kilometre hızla yol alabilen bir otomobilin farları ile dünyaya geri döndüm. Hesap kitap yapmadan kendimi arabanın önüne atıp, kollarımı iki yana açarak kaputun üzerine yattım. Araba camının sileceği bir sağa bir sola giderken, kaza refleksi ile bir anda frene asılmış olan adam direksiyonun arkasından bana, ben de kaputun üzerinden ona bakıyordum. Bir ya da iki saniyelik bir manevra ile otomobilin kapısını açıp, içeri girdim. Koltuğa henüz yerleşmeden kapıyı hızlıca kapatıp, camın kenarındaki küçük plastik çubuğu aşağı bastırarak kendimi içeri kilitledim. Adam hala bana bakıyordu. Hangimiz daha çok korkmuştuk acaba?
Köpekler ön ayaklarını otomobilin yan camlarına vurmak suretiyle bana küfür etmeye başlayınca, adam da kendine gelip gaza bastı. Havlamalar arkamızdan gelirken ben sidikli pantolonla adamın arabasının koltuğunu kirlettiğimi düşünüyor ve acaba kokuyor muyum diye merak ediyordum. Adı Ali’ydi ve civarlarda bir bakkal dükkânı vardı. Bu detayları neden hatırladığıma dair bir fikrim yok. Ama bir kez daha köpekler tarafından parçalanmaktansa tecavüzü bile göze alabileceğimi o an anladım. Beş dakikalık yolu yanlış sokaklara saparak yirmi beş dakikaya çıkartan Ali, tecavüz bir kenara herhangi bir taciz girişiminde bile bulunmadı. Evimin önüne geldiğimizde telefon numarasını verirken onu gerçekten arayıp aramayacağım hakkında bir fikri bile olduğunu sanmıyorum ama yine de şansını denedi.
Eve girer girmez kendimi üzerimdeki kıyafetlerle birlikte sıcak duşun altına attığımda kulaklarımda hala köpek havlamaları yankılanıyor, kalbim o gece uyumama izin vermeyecek kadar gürültülü çarpıyordu.
Ali’yi hiç aramadım, köpeklerden ise daha çok korkmaya başladım.
Farklı zamanlarda farklı yerlerde üç kez köpek saldırısına uğranıp, dişlenmiş, bunlardan birinde kuduz iğnesi bile yemek zorunda kalmıştım. Kaldırım köşesinde uyuklayan bir köpek görsem, o sokağa girmez gerekirse yolu on beş dakika uzatırdım. Yürüdüğüm yola bakan bir apartmanın balkonundan havlama duysam, yerimden zıplardım.
Sonra bir gün, sanırım bugünden üç yıl kadar önceydi. Tam ne zaman, nasıl, nerede olduğunu bilmeden köpek korkumu kaybettim. Köpeklerden korkmak için tüm haklara sahipken, ne oldu da oldu, hiçbir fikrim yok ama iyi oldu. Yoksa her sokağında üç beş köpeğin yaşadığı Datça’ya yerleşmem söz konusu bile olamazdı.
Dahası mı? Çoğaldık. Kasaba, ben ve düşüncelerim, yanımıza Şila’yı da alıp yürüyoruz geceleri. Şila üç buçuk yaşında bir kız. Luna’nın onu aileye kabul etmesiyle birlikte yaklaşık bir ay önce hayatlarımızı birleştirdik. Çok aşığı var, her sokağa çıkışımızda Datça’nın köpekleriyle hep birlikte geziyoruz. Hala bazı zamanlar, nedense genelde marinanın orada yürürken, burun boyları kalçamla belim arasında üç beş köpeğin bana eşlik ettiğini fark ettiğimde, bu gerçekten ben miyim, bu da benim hayatım mı diye sorguluyorum.
Korku doğuştan gelmiyor, sonradan öğreniliyor. Aslında niyeti kötü değil korkunun, bizi korumak istiyor. Canımız yanmasın diye… Canın yanmadığında hayatı ıskalıyorsun diğer taraftan. İşte bugünden üç yıl kadar önceydi, önce köpek korkumu kaybettim. Sonra yavaş yavaş evsizlik, işsizlik, parasızlık, aşksızlık korkularım silindi. Hele de işsizlik ve aşksızlık korkularımın bana yaptırdığı akıl almaz şeyler bu gece cirit atıyorlar kafamda. En son da yalnızlık korkum da gitti. Bunu fark ettiğim anda, eski sevgilimin önüne içimde kalan tüm cümleleri döktüm. Beni ikinci kez terk edecek değildi ya! Korkusuzluk böyle bir şeymiş anladım, huzur veriyormuş insana.
Bir tek düşüncelerim kaldı beni zaman zaman korkutan… Onlarla da henüz ne yapacağımı bilmediğim için yazıyorum.
[…] öğüterek başlıyorum. Köpeğim Şila hiç tasma takmadı, ben nereye gidersem arkamda. Yeni hayat arkadaşımız Şila ile tanıştınız, değil mi? Onunla sabahları doğan güneşe, akşamları yükselen aya karşı uzun yürüyüşler […]
Bilinç hali bir hastalık olduğuna göre düşünceler bu hastalığın virüsü olabilirler. Virüsler yayılarak yaşayabilir ve dönüşebilirler. Bence en iyi bildiğin şey düşüncelerin ile ne yapacağın… Düşünce öyle bir virüs ki, bak, yazıların ve senin hakkında ble düşüncelerim(iz) var. Neyse, bir ara insanların gözlerine bakardım, anlam aramadan. Metroda, otobüste, parkta, minibüste yanımdaki boş koltuk hep en son tercih edilir olmaya başladı. Artık insanların gözlerine bakmıyorum. İnsanın kendisi hakkında düşüncesi olması nasıl sağlıklı bir durum olabilirki?
Sizin yazilarinizi birkac haftadir okuyorum gec kesfetmis olmanin uzuntusuyle.Bazi cumleleri yazarken o an ne hissettiginizi bilmiyorum ama bana su siralar buyuk destek oluyor.Bir yazinizda oyle bir cumleye denk geliyorum ki donup kaliyorum.Iyiki yaziyorsunuz dusunceleriniz sizi korkutmasin cunku yazilariniz guc kaynagi gibi.
Merhaba Fuls,
Font’un okunaklı değil ve küçük. Yapabiliyorsan CSS dosyasındaki font-size ve font-family değerlerini gözden geçirebilir misin?
hayattan “düşünceyi” alın geriye neyi kalır. o yüzden yazmaya devam!
Korkularımız bizi biz yapan özelliklerimiz değil. Senin kaybettiğini düşündüğün korkular belki de zaten orada değildiler. Ya da ben fazla Matrix izledim 🙂 İçtenliğini ve samimiyetini seviyorum. Kalemine sağlık.
sokak köpeklerinden çok korkarım ben de. küçükken, bir gecekonduda yaşarken bir sürü kedimiz vardı. geceleri hep köpekler havlardı, kedilerim ne yaparlardı, nereye giderlerdi hiç bilmezdim. çok korkarlar mıydı diye düşünürdüm.
bir gün daha önce hiç görmediğim bir kedi, yavrusuyla birlikte kapımızın önünde yatıyordu. kapıyı sert açtığım için korkup yavrusuna sarıldı. kedilerin böyle sarılabildiklerini bilmiyordum daha önce. insan gibi, sımsıkı sarılmıştı. içeri gidip süt getirdim onlara. kapıyı açık bırakıp sokağa çıktım. geri döndüğümde evin içinde bir kutuda yatıyorlardı. annem kıyamamış eve almıştı onları.
zamanla eve gelenlerden rahatsız olmuştu anne kedi. yavrusuna daha güvenli bir yer bulmuştu ama annem izin vermedi oraya tüylerini dökmelerine. bir komşumuzun kömürlüğüne koydu onları. annem kömürlükten eve dönerken anne kedi de yavrusunu alıp annemin peşinden eve dönüyordu. her yer kapalıydı ama bir yolunu bulup çıkıyordu oradan. annem daha sonra kaçmalarının mümkün olmayacağı başka bir kömürlüğe koydu onları. kapıyı üzerlerine kitledi onlar oraya alışana kadar. bir süre gündüzleri açık bırakıp geceleri kitlemeye devam ettik köpekler zarar veremesin diye. orada kalmalarını hiç istemiyordum.
bir gece köpekler çok korkunç havlıyordu. kedilere bir şey olduğunu anladım. ağlamaya başladım. annem o gün anne kedi henüz gelmediği için kapıyı yarım bırakıp arkasına taş koyduğunu, yavru kedinin yalnız olduğunu söyledi. o da korkuyordu ama beni teselli etmek için bir şey olmamıştır, köpekler o aralıktan giremez, hem annesi gelip almıştır onu diyordu. çok ağlıyordum. annemle ablam kedilere bakmaya gittiler. ben de arkalarından gittim. anne kedi orada cansız yatıyordu ama yavrusu yoktu.
annemi her gördüğümde ”bir daha hiç konuşmayacağım seninle” diyordum içimden ama fazla uzun sürmedi. benim yüzümden olmuştu. bir yolunu bulup evden gitmelerine engel olmalıydım.
sokak köpeklerinden hala çok korkuyorum. boncuklu, dürbünlü bi tabanca alıp onlara ateş etmeyi planlamıyorum ama hala korkuyorum onlardan.
katılıyorum.. işsizlik ve yalnızlık…bunları kovalama zamanım çoktan geldi 54 yaşında bekar bir anneyim:)
issizlik asksizlik yanlizlik korkularini yenmeniz guzel de nasil yaptiginizi bizede soylesenizde bizde bir caresine baksak 🙂