
Fotoğraf: Caner Okutan
1988’in Kasım ayıydı. Doğduğum şehir olan Eskişehir’de kış kendini sonbahardan gösterirdi, belki hala öyledir, yıllardır görmedim. Küçük camından mutfak masasına kış güneşin vurduğu bir Kasım günüydü, balkona çıktığında göğsüne ayazın vurduğu bir Pazar günüydü. Babam Pazar günleri dükkanı açmaz, evde bize kahvaltı hazırlardı. Fıstıklı salam kızartırdı, fıstıklı salam pahalıydı o zamanlar, ben çok severdim ama her gün yemeye paramız yetmezdi.
Sonra bir anda evde herkes kayboldu. Boyama kitabımda, yanında Atılgan duran bir He-Man boyuyordum, annem o sabah bana turuncu, sarı ve pembeyi karıştırarak ten rengi yapmasını öğretmişti. Hemen öğrenmiştim, hep çabuk öğrendim. Bitirdiğim resmi göstermek için birini arıyordum, ev bomboştu. Sonra kapı çaldı, “Kim o?” dedikten sonra babamın sesini duyunca kapıyı açtım. Evimizde telefonumuz yoktu o yıllarda, çok kısa bir zaman sonra öğrendim babam bakkal dükkanımıza gidip babaannemleri aramış, altı ay sonra aileye katılacak kardeşimi müjdelemiş.
Babam gelir gelmez, beni aldı, alt komşumuza emanet etti. Boyama kitabım evde kalmıştı, daha kimseye gösterememiştim ten rengi He-Man’i. Altı yaşındaydım, saatlerce babamın beni gelip almasını bekledim. Gelmedi. Saatler, altı yaşındaki bir kız çocuğu için bir ömür kadar uzun olabiliyor. Bekledim. Babam değil de annemin en yakın arkadaşı geldi, beni gezmeye diye çıkarttı, kendi evine götürdü. “Boyama kitabım..” dedim, “Yoldan sana yeni bir boyama kitabı alırız” dedi. O an anladım. Ses etmedim, elini tuttum ve yürüdüm. Sonra tam 30 gün bekledim. Eskişehir’e diz boyu kar düştü. Kartopu oynarken bekledim. Her gece en sevdiğim yemekler yapılırken bekledim. “Okullar tatil oldu” dediler, aslında olmadığını biliyordum ama okula bile gitmeden bekledim.
Altı yaşındaydım ve tam 30 gün boyunca, hayır annemin çıkıp gelmesini değil, birinin adam gibi karşıma oturup, zaten bildiğim o şeyi söylemesini, bana “Annen öldü” demesini bekledim.
Yedi yaşındaydım, her Cuma gecesi Eskişehir Garı’nda bir bankın üzerinde, dedemin kucağında uyuyakalarak dayımın Ankara’dan gelmesini bekledim. Garda uyuyup yatağımda uyandığım her sabah, dayımın hemen uyanmasını ve bana her hafta getirdiği o hediyeyi vermesini bekledim.
Sekiz yaşındaydım, dayım beni ilk kez Istanbul’a getirdi. Tüm barajların kuruduğu ve Istanbul’da çeşmelerden damla su akmadığı bir yazdı. Ne Gülhane Parkı’ndaki ses yarışmasını izlerken ne de bir heves girmek istediğim Kız Kulesi’ne girmenin yasak olduğunu öğrendiğimde, sadece Boğaz Köprüsü’nden ilk geçişimde bu şehre aşık oldum. Aşk kelimesini bilmeyecek kadar küçüktüm, Istanbul’da yaşacağım günleri bekledim.
Dokuz yaşındaydım, babam çoktan yeniden evlenmişti, beni de “15 gün Şubat tatilinde bir dene, sonra bizimle kalıp kalmayacağına sen karar verirsin” diye yeni evlerine getirmişti. 15 gün sayıp sonra anneannemlere dönmek istediğimi söylediğimde “Sana soran mı oldu” diye cevap vermişti, asansördeydik, Şubat tatilinden sonra okulun ilk günüydü. O günden sonra babamın evinden çıkacağım günü bekledim.
On yaşındaydım, Anadolu lisesini kazanmayı bekledim. Anadolu lisesine hazırlanmak için baleyi bırakmıştım, basketbolu bırakmıştım, sokakta oyun oynamayı bırakmıştım, televizyonda çizgi film izlemeyi bırakmıştım. Her akşam gelen baş ağrılarından, her akşam içtiğim bir Parol’den, her gece bastıran kabuslardan kurtulmak için ve tabii ki harika bir geleceğim olsun diye Anadolu lisesini kazanmayı bekledim.
On bir yaşındaydım, teyzem beni sinemaya götüreceğine söz vermişti. Okuldan, Anadolu lisesinden döndüm, ödevlerimi bitirdim, üç parça kıyafetimden en güzelini giyindim. Teyzemin kendi kıyafetlerinden bana hediye ettiği kırmızı bir etekti. Gece yarısına kadar camın önünde teyzemin gelip beni sinemaya götürmesini bekledim. Evdekiler “Bu saatten sonra sinema mı kaldı, hadi yat, yarın okul var” derken, ben bekledim.
On iki yaşındaydım, Mario Puzo’nun Baba’sını okumuştum. Dedemle dayımın bir gün beni karşılarına alıp, aslında bir mafya ailesi olduğumuzu açıklamalarını bekledim. O yıl sınıfımdaki tüm kızlar regl olmaya başlamıştı ve beden derslerinde regl oldukları için hocadan izin alıp köşede oturuyorlardı; bir tek ben tüm beden derslerinde takla atmak zorundaydım. Benim de köşede oturacağım o gün gelsin diye bekledim.
On üç yaşındaydım, sokakta bir kedi buldum, eve getirmek istedim, anneannem “Olmaz, kendi evin olunca alırsın” dedi, kendi evimin olacağı günü bekledim.
On dört yaşındaydım, on altı yaşımı dolduracağım gün yatağımın üzerinde uçarak uyanacağıma ve cadı güçlerimi kazanacağıma inanıyordum, on altı yaşımı bekledim. En yakın kız arkadaşlarımın sevgilileri olmuştu ve öpüşmeyi keşfetmişlerdi ve tüm teneffüsleri sevgilileri ile boş sınıflarda öpüşerek geçiriyorlardı. Yalnız kalmıştım. Bir erkeğin de bana çıkma teklif etmesini, beni de birinin öpmek istemesini bekledim.
On beş yaşındaydım, herkesin beni anlamasını bekledim. Anneannemin bıyıklarımı almama izin vermesini bekledim. Bıyıklarımı aldığımda beni öpecek bir erkeğin çıkacağına inanarak bekledim.
On altı yaşındaydım, nişan yüzüklerini anneanneme göre çok geç bir yaşta parmağına takmış dayımın “Hayır ben vazgeçtim, evlenmeyeceğim” demesini bekledim. Derken dayımın Şırnak’a tayini çıktı, ben de üniversiteyi değil Istanbul’u kazanarak İzmir’den kurtulacağım günü bekledim.
On yedi yaşındaydım, artık Istanbul’da yaşıyordum ve eve girme saatim yoktu. Artık benim de bir sevgilim olabileceğini düşündüm ve bir sevgilim olmasını bekledim. Öğrenci yurdunda yaşamak zordu, param da yoktu, bir yolunu bulup kendi evime çıkacağım günü bekledim.
On sekiz yaşındaydım, o adamın beni sevmesini bekledim. O yıl babamla tanıştım. Geç de olsa, babam ‘baba’ olsun da baba gibi yanımda dursun diye bekledim.
On dokuz yaşındaydım, evimin elektriği suyu, ödenmemiş faturalardan dolayı artık kesilmemesi için iyi para kazanacağım bir işim olsun diye bekledim. Filmlerdeki sevişme sahnelerini muazzam bir merakla izleyip, benim de sevişeceğim o günü bekledim.
Yirmi yaşındaydım, “Istanbul’da gece yarılarına kadar barlarda çalışıp dört yılda Matematik bölümünü kimse bitiremez” diyenlerin suratına “Ben yaptım işte” demek için fakülteyi bitirmeyi bekledim.
Yirmi bir yaşındaydım, şaraplarını yudumlarken festivalden seçtikleri filme gitmeyi bekleyen, o imrendiğim insanlar gibi olmak için lacileri çekeceğim günü bekledim.
Yirmi iki yaşındaydım, yapılacaklar listemde son kalan işi, yani kartvizitime uygun damat adayını bulup ailemin karşısına çıkartmayı bekledim.
Yirmi üç yaşındaydım, ilk kurumsal işimde daha fazla dayanamayacağını anlayıp, ne iş yaparak mutlu olacağımı bulacağım günü bekledim. Yazmaya hasretliktim o yıl, bana tembihlendiği gibi ‘düzgün’ bir işte çalışarak bir yandan yazabileceğim günler gelsin diye bekledim.
Yirmi dört yaşındaydım, “O parayla araba alırdın” diyenlere inat, yüksek lisans için çektiğim eğitim kredisinin ödemelerinin biteceği günü bekledim. Ben tüm kurallara uygun yaşacağım için, artık her şeyin çok güzel olacağı o günlerin gelmesini bekledim.
Yirmi beş yaşındaydım, aklen ağır hasta bir adamla evlilik yaşıyordum. En yakın dostlarım Istanbul’da değildi, yanımda değildi. Tek başıma, hayatımı geri kazanabilmek için onu tedavi etmekten vazgeçip, ayrılabilecek gücü bulmayı bekledim.
Yirmi altı yaşındaydım, yaralarım vardı, kapanmıyordu. Kapatmaya çalıştıkça başkalarında yaralar açıyordum. İyileşeceğim o günü bekledim. Eğer karma diye bir şey varsa, ben artık alacaklıydım, tahsilat gününü bekledim.
Yirmi yedi yaşındaydım, iki gece dışarı çıkabileyim diye, ay başının gelmesini bekledim. Susan Miller’ın Oğlak burcu için güzel vaatlerde bulanacağı bir ay gelsin diye bekledim.
Yirmi sekiz yaşındaydım, sol dizimi sakatlayıp, ahir ömrümde ilk kez insanların eline bakacak hale gelmiştim. Önce kendi başıma tuvalete gidebilmeyi, sonra kendi başıma yıkanabilmeyi ve sonrasında iyileşmeyi, tekrardan yürümeyi öğrenmeyi bekledim. Şeytanın bacağını benim kıracağım günü bekledim. Bilgisayarın taksitleri bitsin diye bekledim.
Yirmi dokuz yaşındaydım, yalnızdım, tekrar sevebileceğim günü bekledim. Yalnız yaşadığım çok güzel bir evim, çok güzel bir kanepem, çok güzel bir öz geçmişim, çok güzel bir maaşım vardı. Kilo da vermiştim, çok da güzel bir gardırobum vardı. Çok güzel bir adam artık gelebilir diye bekledim.
Otuz yaşındaydım, ağır depresyondaydım. “Artık ölebilirim aslında” dediğim günlerde bile yaşamaya devam etmek için bir sebep bekledim. Ay Bir Kilisesi’nde tuttuğum dileklerden bir tanesi olsun diye bekledim.
Otuz bir yaşındaydım. Çalıştığım şirket hak ettiğim maaşı ödesin diye bekledim. Olmadı. Başka şirketlerin mülakatlara girdim, çıktım, beni birileri işe alsın diye bekledim. Olmadı. Bir adam değil ‘o’ olacak bir adam, çıksın karşıma ve kolumdan çekip “Gel buraya” desin diye bekledim. Olmadı. Lotoda çıkacak sayıları bulmayı bekledim. Olmadı.
Sonra otuz ikime iki ay kala, bir karar verdim ve avazım çıktığı kadar bağırdım. Hayatım değişti. Gurur duyduğum bir işim vardı. O çok sevdiğim cin-tonikleri içmek için her aybaşında ödemeleri yaptıktan sonra kalan maaşımı hesaplamak zorunda değildim. Kardeşimle birlikte geçirebileceğim tüm zamanlar benimdi. Arkadaşlarımın hepsi için yeterli kahve molalarım vardı. Tüm ömrümün en romantik hayali olan ilk kitabım cümle cümle sayfalara dökülmeye başlamıştı. Benim dediğim bir adam vardı hayatımda. Tüm bunların yanında, otuz ikime doğru gün saymaya başladığımda huzursuzlanmaya, tıkanmaya, ilerleyememeye başladım.
Adetimdir, yeni yaş-eski yaş muhasebesini yaptım. “Fulsen” dedim kendime “Bir şeyi doğru yaptın bu yıl. O neyse onu bul ve hep yapmaya devam et”. Ama o neydi? Cevabını bulmak kolay değildi. Zaten adamdan 2 gündür ses çıkmadığı için hiçbir şey düşünemiyordum, on dakikada bir elimde telefon, gelecek mesajı bekliyordum. Istanbul’da yağmur sıkıntısı vardı. Kafamı kaldırdım, gökyüzüne baktım ve beklenen yağmur başladı. Neden bekliyordum? Neyi bekliyordum? Daha, neyi bekliyordum? Ben, tam da burada, Istanbul’un kalbinde ayakta duruyordum. O an anladım. Toplamda bir saniyemi aldı.
Ben bu yazıyı yazmak için bile tam 26 yıl bekledim, bundan sonra otobüs bile beklemem.
Güzel kızım ben de Eskişehir doğumluyum,oğlak burcuyum,senin yaşlarında iki oğlum var,eğitimle ilgili anlattığın yollardan oğullarımla birlikte bende geçtim(Ben onlara yol gösterdim,eşlik ettim)Senin tek eksik yanın küçük yaşta anneni kaybetmiş olman,çocuklukta anne çok önemli..Çocuklarım doğduğu zaman Tanrıdan tek dileğim” oğullarım ünv.çağına gelmeden canımı alma” oldu..Ama sen çok güçlü bir kızsın,Eskişehirlisin,oğlak burcusun aklına koyduğun herşeyi başarırsın,depresyona girersin ama hemen eski haline dönersin…Hayattan birşeyler beklemeyi bırak günü yaşa,kendini hayata bırak gör bak o seni ne güzel yerlere götürecek
İşte, işte bu! Harikaydı.
Taksimin tam ortasinda, rahatsiz edilmeksizin olabildigince ucuz ve kaliteli cin-tonik icip 2 lafini belini kirmak istersen bir yabanci ile, tamamen karsiliksiz, ulas, sen anlat, ben dinlerim..
O yıllar biz de telefon vardı.. Hala aklımda numaramız.. Önce 156 26 1Dört Sonra 256 26 1Dört olmuştu. Şuan kim kullanıyor acaba diye merakım da hiç olmadı.
1 Giriş 1 Oda ve mutfak tuvaletten ibaretti evimiz; gaz lambasıydı ışığımız. 1988 dört, 89 da beş kardeş olacaktık. Tabi.. İlki gibi sonuncusu da erkekti. Kızlar araya serpiştirilmişti. Annem hiç birin de ölmemişti. Ama keşke diyesi gelse de insanın, yaşamış olması da başka bir hayrın neticesidir muhakkak.
Küçük kulübemiz dar geliyordu, Babam genişletmek istedi.. Hala genişlettiği şekil de ki gibi aynı, 2 oda bir giriş ve mutfak tuvaletten ibaret olmuştu.. Artı bir eklenmişti yani.. Evet; banyomuzu tuvaletten arta kalan kısım da yapardık. Eski yapıdan çıkan molozlar ile, toprak patikamızın tümseğine Babam, 7 basamaklı merdiven yapmıştı. 8. adım kapımızın önüydü. 1988 yılının Haziran ayın da, işte o merdivenin 6. basamağın da, Annemlerin konuşmasını dışardan duymuştum. İstanbul susuz kalmıştı.. Halamların oturduğu semte, Bakırköyün Menekşe semtine taşınacaktık. Ben de Aşk nedir bilmiyordum, menekşe sosakların da yakar top oynayana kadar. Gerçi çok çabuk unuttum oynamasını, eski sokağımızın tozun dan taşımışım Aşkı.. Yaş 37 olmuş; Hala toz toprak misaliyim Yazgül ün bağrın da.
İnsanların sen olma diye işkence eden bakışlarını anlamayla başlar büyümek, sözler acıtır, mutluluk neden çok görülür neden kötüdür anlamazsın ama herkesin bir bildiği vardır yaşarsın. Bir gün gelir tüm bu sesler yaşınla orantılı olarak artarak devam etse dahi sen duymamaya başlarsın, özgürlüğün, sevgin, güvenin gözlerindeki ışık tekrar canlanır sen olabildikçe ve bu noktadan sonra geriye dönüş zordur. Bu paylaşımınla, samimiyetinle kalbimi ısıttın…
Ne güzel yazmışsınız.Ellerinize sağlık.
iki gündür bulduğum her boşlukta seni okuyorum, aslında başka şeylerde yazmak istiyorum diyemiyorum… sadece yazılarındaki duyguları hissediyorum, kelime karşılığı yok
fuls sen beklemeye devam et, çünkü bekledikçe okunacak yazılar döktürüyorsun. ama bizi bekletme iki günde yazılarının hayranı oldum….su gibi bir çırpıda okunuyor ve sıkmıyor….kolay gelsin.
Aklına gelen her şeyi yaz Fuls! Hiç bekleme. Beni de yazılarını okumak için uzun uzun bekletme!
Sanırım sen sadece hayatın olumsuzluklarını “duygu” olarak yorumluyorsun bebeğim.oysa ki ben tüm o yıllarda yaşadığımız binlerce güzel anıyı sayabilirim.seni ilk kucağıma aldığım andan bugüne kadar yaşadıklarımızda hep ama hep hayatın bana sunmuş olduğu “kocaman kırmızı kurdaleli bir armağan”olduğunu düşünmüşümdür.Bazen yazdıkların da ( ki çok çok iyi yazıyorsun ve ben seninle gurur duyuyorum) kırılmışlığı hissetmemin sebebi bu olsan gerek…..her neyse sonuçta benim sana hatırlatabileceğim bir dolu mutlu anımızın da olduğunu ve hatırlamak istersen 3 şişe şarapla evde beklediğimi söylemek istedim.seni seviyorum…..
yazdıklarınızı sanki ben sizden önce yaşadım ama anlatımınız harika sizi tanıdığıma sevindim yazılarınızı bekliyorum
aslında ilk olarak bu yazınızı okudum. çok çok çok etkiilenerek okudum. ilginç bir tanışma oldu. yıl yıl tanıştık sanki her safhada. gerek finalinden gerek her beklemeden ayrı ayrı etkilendim. ne diyebilirim; “tanıştığımıza memnun oldum” 🙂
Her şey gönlünce olsun inşaalah bizim oralarda bir dua vardır allah gönlüne göre versin.. güzel kaderler yazılsın bahtına..
Güzel yazı, düşünce, el ve emeğine sağlık. Birşeylerin olmasını/gelmesini/bitmesini beklemek ölümlüler için anlamsız…bu yazıyla anladım. Teşekkürler.
bence siz hep yazmalısınız. çok beğendim bu yazınızı. insanın kendisine bakıp düşünmesine vesile oluyor. harikasınız. sevgiler
88 doğumlu değil 88 yılından bahsediyor Allahım nasıl okuyorsunuz:)) Yazılar çook güzel ama 🙂
1 kere ses verip, görüşmeyelim deseler daha kolay ama o kadar cesuru yok sanırım.
yollar yürümekle aşınmaz..
1988 doğum nasıl 32 yaşa oluyor
Yazinin başinda soyluyor. 88’de 6 yaşindaymiş…
Fuls çıkacak her bir yazını dört gözle bekliyorum. Eline, kalemine, anılarına sağlık….
güzel bir anlatı olmuş,teşekkürler..
Beğendim.
11 Yaşındaydım,okuldan anadolu lisesinden döndüm yazıyor. 11 yaşıdna ne lisesi bu ? Ben mi yanlış anladım o yazılanı ?
11imde ben de Anadolu Lisesinden dönerdim 🙂 ortaokuluna Anadolu ortaokulu denmezdi, toptan liseydi hem ortası hem lisesi..
Şimdilerde 30’lu yaşlarında demlenmeye çalışanlar o yaşlarda ilkokuldan sonra sınav kazanıp anadolu liselerine gidebiliyorlardı. Yazıdaki duygu durumuna, öze dikkat etmekten ziyade itinayla hata arama çabaları, veya özür dileyerek iyimser davranıp mükemmeliyetçi bakış açısı diyeyim, bana gerçekten derin bir offfff çektiriyor.
Şu an 30 hattında olmayanlar bilmez tabii bunu. İlkokuldan sonra ‘lise’ adlı bir kuruma atlamak komik de bir durumdu 🙂
Çok beğendim çok üzüldüm ve çok duygulandım… mutluluklar sizinle olsun… bekletmeden 🙂
çok beğendim tatlı kız.seni tanımayı isterdim..
Fulsen özel bir insansın.
Fulll çok güzel bir yazı olmuş okuyorken hem dudak büktürüp hem tebessüm ettiren bişeyy…
bu yazıyı okuyabilmek için onca sene bekledim…
çok güzel ifade etmişsiniz, beğenerek okudum. teşekkür ederim.
benim hayatımda beklemekle geçiyor. seneye 32 oluyorum Fuls. beklemekten vazgeçesim var, beklemekten vazgeçeceğim anı bekliyorum. ölümlü olmak çok sıkıcı.