
Fotoğraf: Simin Yıldız
Merhaba, yine ben, Fulsen. Sıkıldınız mı benden?
Geçtiğimiz yıl Ekim’in 30’uydu. O güne kadar adımı sadece beni şahsen tanıyanlar biliyordu. Üzerinden sadece bir yıl geçtiğine inanmak zor. Zaman ne göreceli bir kavram. “32’me doğru, garson ve mutlu..”yu yayınladığım gün hayatın beni ta buraya getireceğini tahmin bile edemezdim. Burası mı? Bugün size Datça’dan yazıyorum. Hafızayı hatıraya çevirmek için yazıyorum. Unutmamak ve kendimi iyileştirmek için yazıyorum, başka meramım yok. Yazmadan anlamıyorum, ne kendimi ne de diğer şeyleri. Şimdi dönüp bir yıl önce yazdıklarıma bakıyorum, bir de aynaya: ne kadar değiştiğimi izliyorum. Bir yılda ne olmuş olabilir ki?
Sayısını hatırlayamayacağım kadar çok kez mutluluktan havalara uçtum, bunları zaten biliyorsunuz. Peki, başka? Beş yıllık bir aradan sonra tekrar aşık oldum. Şanslıydım ki üç ayda geçti, zaten olacak iş değildi ama bunu o günlerde bana kim anlatabilirdi ki? Doğum günümde sinir krizi geçirdim, partimi ilk ben terk ettim. Nedeninin değmezliğini düşününce gördüm ki gelenlere çok ayıp ettim. Türlü sebeplerden ve zaman zaman sebepsiz yere ağladım, ağlamanın zayıflık olduğuna inandığım yılların acısını çıkarttım. Babaanneler gibi çarpıntılarım başladı. Doktorlar kalbimle ilgili bir sıkıntı olmadığını söylediğinde, çözüm bulmak için bir şifacıya kadar gittim. İki yıl önceki ben bunu görse, bugünkü beni sopayla döverdi ama işe yaradı. On yılın ardından yeniden resim yapmaya başladım, iki kitabı okumayı yarıda bıraktım. İki kez biber gazı yedim, bir kez ishal oldum. Çok çalıştım, az uyudum. Bazı zamanlar yemek yemeği unuttum. Bir gün artık dizi izle(ye)mediğimi fark ettim, çok üstelemedim. Dört kez parti verdim, herkes her zamanki gibi ziyadesiyle eğlendi. İtirazlar ve tartışmalarla beslenen iletişime tahammülüm kalmadığını anlayıp, bir arkadaşımın artık arkadaşım olmadığını kabul ettim.
Yedi kez kahve falı baktırdım, üç kez Ay Bir Kilisesi’ne gittim. Dileklerimden birinin gelmişine geçmişine sövüp, aldığım anahtarlardan birini denize fırlattım. Kaybetmemek uğruna her şeyi göze aldığım evimi, gözümü kırpmadan dağıtıp kapattım. Otuz yaşından sonra dostluk kurulmaz diyenlere inat, iki yeni dost edindim. Hiçbir yere ve hiçbir kimseye ait olmayan bir adamı sevdim. Uzun metrajlı yalnızlığımın sonunda birisi için “Sevgilim” dediğimi duyanlar, artık bir yere kıpırdamayacağımı düşünseler de ben plana sadık kalıp gittim. Uçak Istanbul’dan havalanırken bile bunu gerçekten yaptığıma inanamadım. Zaten olmadı, geri döndüm. Üç tel beyaz saçıma “Hoş geldiniz” dedim, buna rağmen Istanbul’dan ayrılmak için çok genç olduğumu anlattılar, dinledim. “Emekli” olunca hepimizin birlikte gideceğinden bahsettiler. Sanırım bu savı kabul ettim.
Istanbul’da işleri yoluna koymaya başlamadan önce, uzun yıllar boyunca ya çok işim olduğu için ya da işsiz insanın tatil yapmaya hakkı olmadığını düşündüğüm için gidemediğim o tatile sonunda çıktım. Luna’dan ilk kez on yedi gün ayrı kaldım. Bu arada kibarca terk edildim; geç buldum tez yitirdim, diyelim. Haşlanmış yumurta yemeye ve pembe renkli giyinmeye başladım. Yani ne boynuzlarım çıktı, ne kuyruğum uzadı; alabildiğine normal bir yıldı. İçler dışlar çarpıp sağlamasını yapıyorum da sonuçta güzel bir yıldı.
İyiyim.
Şimdi “Her şey yolunda, çok iyiyim” diyorum ama insanları inandıramıyorum. Haklılar. O kadar çok kez yalan söyledim ki. Ama biz böyle öğrendik büyüklerimizden: “Kol kırılır, yen içinde kalır. İçeride ne yaşarsan yaşa, dışarıda dimdik yürüyeceksin”. Ben de öyle yaptım. İşlerim kötü giderken, ilişkilerim kötü giderken hep dimdik durdum. Pek çok kez iyileşene kadar hasta olduğumu bile kimselere söylemedim. Gülümsedim ve dik durdum. Sonuna gelip, bir şeyleri bitirdiğimde “Hani ama?” dediler, “Öyle işte…” dedim. Gülümsedim. İşte de aşkta da içinden geçtiğim hiçbir şeye bok sürdürtmedim. Sonuç? Ben yalancı oldum. “Ama siz bana?” diyemedim.
Çok değiştim dedim ya, misal artık sesim eskisi gibi gür çıkmıyor. Usul usul konuşuyorum, hatta bazen dediklerim duyulmuyor. Ama tüm içtenliğimle söylüyorum ki: çok iyiyim. Evet, olmadığım zamanlar oldu ama bugün gerçekten iyiyim.
Datça’ya geldiğimde, sezon bitmiş, yazlıkçılar kasabadan elini ayağını çoktan çekmişti. Burada yaşayanların deyimiyle “Datça’nın en güzel zamanları” idi. Her şey sabahın ilk sigarasını içmek için verandaya çıktığımda, daha adımı bilmeyen yan komşusunun tıkırtılarımı duyup kafasını uzatması ile başladı.
“Taze çay demledim, vereyim mi?”
Sağ elini sol elinin üzerine getirip, ölçü göstererek devam etti.
“Büyük vereyim mi?”
Gülümsedim. Sokaklarda ebeveynsiz koşuşan çocukları gördüm. Kapıların üzerinde ağır kilitlerin olmadığı, evlerde alarm kurulmadığını fark ettim. Bir vakit sonra, yolda göz göze geldiğimizde gülümseyerek selam veren insanları bir yerden tanıyor muyum diye düşünmekten vazgeçip, “Günaydın” diyerek yoluma devam etmeye başladım. Sahilde sahipleri olmadan arkadaşlarıyla yürüyüşe çıkmış köpekleri seyrettim. Kışa hazırlık, verandada kurutulan tarhanayı ufalamak için blender mi kullanılmalı, kollu kıyma makinesi mi denemelerini izledim. Aşağı komşunun ördek yumurtaları ile bizim evin ekşi mayalı ev yapımı ekmeği takas ediliyordu. İstiridye mantarını nasıl soteleyeceksin, çintar mantarını soğanla nasıl kavuracaksın, olası zehir riskini engellemek için en az yirmi dakika pişireceksin, içerikli konuşmaları dinledim. “Yeni mahsul şarabım var, yalnız içmek istemedim” diye gelen davete icabet ettim. Bulutların artık göz hizamda olduğunu fark ettim. Sabah kahvaltısına doğradığım domatesler için bahçeye çıkıp taze kekik koparttım. Verandadan gelip evi saran melisa kokusunu içime çekerek, Küçük Ayı’yı ve adını bilmediğim yüzlerce ama yüzlerce yıldızı seyrettim. Ördek besleyen komşu abi ile meditasyona başladım. Sadece denizden çıkan et yiyorum diye bana özel hazırlanmış kalamar dolmasının taçlandırdığı sofrada ağırlandım.
Akşam olduğunda bu sefer diğer yan komşu abla elinde bir tabak, kapımızı tıklattı.
“Çikolatalı çizkeyk yaptım, buyurun. Cafe Fernando’nun tarifini denedim. Altındaki keki için üşenip bisküvi kullanmayın demiş. Sözünü dinledim ama çok uğraştırdı. Bakalım beğenecek misiniz?”
“Cenk’in kitabını mı okuyorsunuz?”
“Cenk kim?”
Gülümsedim. Çizkeyke hakkını vermek için taze öğüttüğümüz kahveler henüz filtrelenmemişti ki sabahları bana büyük çay veren abla “Yazar kıza koktu, canı çekmiştir. Reyhan getirdim. Salatalara serpersiniz” diye seslendi. Sinema filmi değil, televizyon dizisi değil, babaannemin gençlik anıları değil, çok gerçek bir hayat.
Söyleyin, nasıl iyi olmam?
Evet, iki ay sonra otuz üç yaşımı dolduruyorum. Ortalama insan ömrüyle kıyaslandığında öngörülen hayatımın %42’sini geride bırakıyorken yarın ölmeyeceğimin de garantisi yok. Peki, böyle bir hayatı yaşamak için neden Sosyal Güvenlik Kurumu’nun beni “emekli” ilan etmesini beklemeliyim?
Çok gezip çok görmüş birisi değilim. Havası, doğası, denizi bu kadar güzel başka memleketler var mıdır, vardır elbet. Ben burasını buldum. Daha huzurlu sokaklar, daha lezzetli yemekler bulunur muydu, bulunurdu mutlaka. Ben aramadım, burada durdum. Çünkü aradığım huzuru buldum.
Denize nazır bir İtalyan restoranında çalışmaya başladım. On dakika süren iş görüşmesini yaparken kıyafetlerimin altında bikinim vardı. Bu arada emekliler çalışmıyor sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Küçük ya da büyük, keyfi ya da zaruri hepsinin bir işi var. Hayatın nasıl kazanıldığına değil, nasıl yaşandığına bakan bir memleketteyim. Ben öğle tatilimde denize girerek ya da bir saat şekerleme yaparak ve marketten değil pazardan alışveriş yaparak yaşamayı tercih ediyorum artık.

Istanbul’da işimle evim arası on dakikaydı, burada on beş dakika. Aslında mesafe aynı, sadece ben daha yavaş yürümeye başladım. Sigaramı da kahve mi yavaş içiyorum, acelem yok. Değiştim diyorum ya, oraya buraya koşturan, heyecandan yerinde duramayıp zıplayan kadın değilim diye kimse mutsuz olduğumu düşünmesin. İyiyim. Yamuk gülümsememle uzun uzun düşünen dingin bir kadınım artık sadece. En son ne zaman birine kızdığımı ya da bir şeye sinirlendiğimi hatırlamıyorum bile. Bazı haberleri okurken ettiğim küfürleri saymazsak, içimde ve dışımda sonsuz bir huzurun içinde sadece nefes aldığımın farkına varıyorum.
Garsonluk bu sefer de bana belli bir şehre, belli bir hayata mahkum olmadan yaşama şansını, hareket özgürlüğümü verdi. Hareket özgürlüğü, tatil yapmaya gittiğin yerden dönmeme kararı alabilmektir.
Merhaba, ben Fulsen. Bugün kendimi “emekli” ilan ettim. Soran olursa Datça’ya yerleştim.
Bu parça da benden, beş dakika yirmi saniye nefes almak isteyenlere gelsin.
bir sene sonra taşranın boğucu havası gelir çöreklenir… sonrası yine büyük şehre kaçış ve kalabalıklarda kaybolma isteği
Yirmi dokuzundan gün almaya az kalmış ve sora olursa ”Kaç gösteriyorum” bayatlığından sonra yirmiyedisiyle avunuyorum. yaşamayı, üniversite bitirdikten sonra keşfetmeye başladım. Öncesi evrensel küme içindeki hemen her gün birisinden duyduğumuz ”oğlum geleceğin için çalışman gerekli” ortanın alt sınıfı durumunda ailemin içinde zamanında mantıklı gelse de,şimdi çöpteki ekmekten daha da bayat geliyor.
İstatistik tablolarındaki zikzaklar gibi değil artık hayatım. Öyle çok sevinip çok üzülemiyorum.Ailemin istediğine nail oldum.Bir memur.Kendimi bile sevemiyorum artık. Ne o yeni birşeyler keşfetmetnenin heyecanı ne de sokakta top oynayan çocukların yanından geçerken mutluluğu yok içinde. Yirmi dokuz yaşındayım. Doğuda küçük bir şehir de mutsuzluğun ve rölantinin keyifsizliğini sürüyorum.Büyük mutlulukları geçtim küçük mutluluklar peşinde koşuyorum artık.Çok denedim inanın çok denedim. Mızıka aldım,Ders verici videolar izledip denedim olmayıp bıraktım.Muhabbet kuşu aldım,ağzından tek kelime(kuşum) çıkıp ellerimde öldü. Tohum satan amcanın kazıklamasıyla lale çıkacak diyerek ektiğim lavanta çiçeği semiz otu çıktı.zaten o da 1 ay sonra tadına bakamadan kurudu. Doğuya geldim bari kürtçe öğreneyim zenginliktir dedim. Hala 3-5 kelimeden öteye geçemiyorum .İki kere köy okullarındaki çocuklara kitap kıyafet bulmaktan öteye geçemedim. Sanırım ailemin istediği gibi biri görünüyorum dışardan. Sorunsuz,duygusuz,2000 tl maaşla çalışan ve helal süt emmiş!!! biriyle evlenip günü geldiğinde memlekete dönmem benden isteniyor.Ama işin aslı öyle değil.
Böyle olmak bana göre değil.Hiçte hayal etmedim.Çok param olsun,lüks otomobillere bineyim,dublex bir evim olsun diye hiç hayal etmedim. Tek bir hayalim oldu.Mutlu bir şekilde yaşamak. Bu cümleyi kime söylesem hep aynı cevabı aldım karşımdakilerden”Ama öyle düşünme biraz da olsa paraya ihtiyaç var”Öyle değil işte,paraya değil mutluluğa ihtiyaç var.Yazdığım yazıyı hiç okumadım.ilk aklıma geleni yazdım.Kural tanımamazlık süper birşey.Cümlenin sonuna nokta koymayın.ablanızın sözünü dinlemeyin.annenizin ayıp yapma dediği şeyi yapın.sevmediğiniz bir şarkıyı dinleyin.Otostop yapın,tanımadığınız biriyle tanışmayı deneyin.Hiç tanımadığınız bir çocuğa çikolata alın.Kuru kalabalık olmayın o renksiz kalabalık içinde tek renk olun.Emin olun hayat böyle daha güzel.
Bir iletide dediği gibi,ne kadar az şeye sahip olursan o kadar özgürsündür.
Dur yazıcam şu an hiç müsait değil ama kesin yazıcamm..
kendimi nasıl sevebilirim diye düşünürken senin yazına rastladım. özendim. hemde cok özendim. aslında o kadar çok ‘sen’im ki ben, yaptıgın herseyi yapmaya cesareti olmayan sen. bu arada özür dilerim yazım kurallarına da hiç dikkat etmedim:) 27 yasımdayım. ölmedim:) aşık oldum, çok aşık oldum, boguluyorum sandim. ölmedim ama cok bıraktım hayatın ucundan kendimi. okudugum ünversteyi bıraktım baska üniversiteye geldim, sırf bana verilen emekler için bile olsa burayı bitirmek istedim. son senem:) acaba cesaret simdi, son a bu kadar yaklaşmışken bırakmak mı herseyi. o değil de ben kendimi nasıl sevicem?
Merhaba Fulsen ,ben Emine.
Garson ve mutluyla yeni tanıştım , çok mu geç kaldım sence ?
Yazılarını okumaya da yeni başladım ,kızıyor musun bana ?
Ya da nerden çıktı bu kız mı diyorsun ?
Peki, sana çok ihtiyacım olan bir dönemde girdin hayatıma desem inanır mısın , yoksa daha önce bunları bir çok kez duydum deyip önemsemez misin ?
Bu sana kalmış , herkes kendinden sorumludur diyorum ben .
Seninle daha fazla konuşmak , tanışmak isterim.
Bu arada bu arkadaş 18 yaşında stajyer hemşire ve kitabını bir hasytasının tedavisini yaparken refakatçisinin elinde görüp zorla okumak istedi ve aldı.
(Fulsen dedim çünkü yazılarında samimi ve doğal olduğunu gördüm .)
Merhaba,
Sizinle Pozitif dergisindeki yazı sayesinde tanıştım. Ben de tam da, 35’ime kadar yaptığım herşeyin bana biçilmiş roller olduğunu fark ettiğim bir dönemdeydim, hala da öyleyim.
Dergideki ropörtajınızdan sonra “Garson ve Mutlu”yu çok kısa bir sürede okudum. Dedenize itiraf ettiğiniz ve onun da size itiraf ettiği o bölümü bağıra bağıra ağlayarak, sonrasını ise kahkahalarla gülerek okudum.
Şu anda ben de çalışmıyorum. 4 yıl önce ben de sizin gibi, her güne 2 döpyesi, bol toplantıları, çok önemli sunumları olan bir insanken şu anda en düzenli yaptığım şey yoga, ona da canım istemezse gitmiyorum. 4 yıllık sürenin bir kısmını şu anda 3 yaşında olan kızımı büyüterek, bir kısmını eşimin kurduğu şirketi toparlayarak geçirdim. Ama şu anda bunu da istemediğimi anladım, “kurumsal çalışmak” denen şeyin bana göre olmadığını düşünerek bundan da istifa ettim.
Şu anda sadece kendimi tanıyor, kendime vakit ayırıyor, kendimi yaşıyorum. Bir takipçiniz yazmış ya “insan kendisinden sıkılır mı” diye, çok katılıyorum, ben de kendimden hiç sıkılmıyorum. Soranlara sıkılmadığımı söylemekten daha çok sıkılıyorum bakarsanız. Ama bir de dış dünyaya neden çalışmadığını anlatmak zorunda olmak var ya o öldürücü. Kızım artık büyüdü ve okula gidiyor ve benim “hiçbirşey” yapmayışımın arkasına koyacağım bahaneler tükendi. Artık kendime ve dünyaya itiraf ettim ki ben çalışmak istemiyorum. Başka türlü birşey benim istediğim. İşte şimdi bunu aradığım bir araftayım.
Gitmek birçoğumuz gibi benim de hayalim hem de aynı sizin gibi, bir terlik bir şortla yaşayacak, mutlaka sıcak ve denizi olan bir yere gitmek…. ama benim bir kızım ve bir eşim var, ödenecek okul taksitlerim ve daha bir sürüsü var.
Bunları neden mi yazıyorum, daha köklenmeden kendinizi bulduğunuz için, çatlama cesareti gösteren bir tohum olabildiğiniz için sizi tebrik etmek ve yazdıklarınızda ne kadar kendimi bulduğumu anlatabilmek ve ayrıca bu şekilde hisseden daha ne kadar çok kişi olduğumuza hayretimi dile getirmek için…
Yolunuz açık, akışınız keyifli olsun…
Umarım bir gün tanışma fırsatımız da olur…
Benim 2 yıl oldu İstanbul’dan kaçtığım. 2 yıl sonunda belki seneye diye dönmeyi düşünüyordum ger, ama yavaş yavaş bağlanıyorum sanki buraya. Dalaman’dayım. Buranın doğası, yeşili insana alışkanlık yapıyor. … 32’me doğru, garson ve mutlu. bu yazından sonra takip etmeye başladım, oysa çok az şeyi düzenli takip ederim ama iyi de yapmışım. Yolum Datça’ya düştüğünde karşılıklı çay içip bu yazılardan, bu durumlardan konuşmayı çok isterim. İnsanın hayatında tanıması gereken bir profilsin, senin gibi insanları tanımak için anahtarsın, her şeyi bırakabilen. Tanışıklığa gerek yok dersen de Datça’ya yolum düştüğünde italyan lokantasının önünden geçerken yine de içeriye bir bakış atacağım bu yazıları işte bu insan yazıyor diye görebilmek için.
Istanbul kaçmıyor ya, bir gün yeniden istersek elbet döneriz. Ama o vakte kadar Datça’ya yolun düşerse de çayımızı kahvemizi içeriz. Sevgiler…
Seni Yeşil Gazete’ye alalım bence Fuls
Biz de cem-i cümle senin bu anlattığın kafada
Hatta al bak ben ispatlı kanıtlı söylüyorum bunu
http://yesilgazete.org/blog/2014/09/05/tum-dostlarim-istifa-hulya-tosun/
#anavarrza
Sevgili Fulsen merhaba.Yazınızı bir solukta okudum ve büyük bir keyf aldım.Zira bende özgür bir ruha sahibim.Yıllarca İzmir de,büyük mücadele vererek hayatımı yalnız sürdürmekteydim.Ben de bir karar alıp 15 gün sonrasında Akçay’ a yerleşeceğim.Datça’ya işim gereği 3 yıl boyunca gittim.Mükemmel bir yer.Umarım yeni yaşantınız size huzur ve mutluluk getirir.Sizi izlemeye devam edeceğim.Sevgiler.
Teşekkürler 🙂
can.. datçanın knidosunda hiç savaş tanrısı yok … demeter var afrodit var..
kadın eli değmiş gibi sağarltır seni dilerim ..
iyi ol iyi kal
Çok cuk oturdu bu yazı ruh halıme..Çok ıstıyorum yolculuga çıkmak, karşıma ne çıkarsa sorgusuz sualsız yaşamak..Ilhamım olabılır belkı bu yazı..Teşekkürler…
Çıktın mı yola?
Ağladım,mutluluktan…senin için sevinç gözyaşları içinde kendim için yüreğimin en içinden gelen dileklerle süzüldü gözyaşlarım,çok mutlu ol istedim asla pişman olma,etrafına bakmaktan vazgeçme,imece yaşamın tüm güzellikleri seninle olsun,Allah istemeyi bilen herkese versin…
Sevgi ile kal
Pişmanlık, zamanında yapmaktan korktuklarım için kullandığım bir kelime… Deneyelim, görelim: en kötü ne olabilir, ölmedik ya? 🙂 Sevgiler…
Bütün yazılarını okumadım. Okuyamadım daha doğru olur aslında. Senin kadar cesaretli , senin kadar gözü kara olmadığımdandır okuyamamış olmam. Herşeyi bir kenara bırakıp ceketimi alıp , gidememiş olduğumdandır okuyamamış olmam. Zengin değilim ama kiramı ödeyebiliyor, temel ihtiyaçlarımı karşılayabiliyor , vitrinde beğendiğim bir giysiyi satın alabiliyor , buzdolabımı dolu tutabiliyor olmam , tekdüze bir hayatın , mantıklı bir muhasebenin , çılgınlık yapacak zaman değil oğlum diye içimde bağırıp duran sesin eseri olduğundan ve kendime gereken vakti ayıramamış olduğumdan okuyamadım. Şimdi mazaret mi dersen… Söz ! Okuyacağım. Çok keyif alıyorum zira. Sevgiler…
Okuduğunda yeniden yazışalım 🙂 Sevgiler…
İşte bunları okudukça utanma kararlarından, git gez ve ne istiyorsan dene diyorum.
Benzer planı gizlice yapıyorum birkaç aydır, üç hafta kadar sonra gidiyorum.
Çevrem alay eder, küçümser diye çekindim ve kimseye söylemedim. Ne saçma, biliyorum.
Olsun onlar da arkamdan kouşsunlar madem, eğlensinler. Sabahtan girip hava kararınca çıktıkları ofislerindeki öğle yemeği aralarında çekiştirsinler.
Ne güzel yazmışsınız, yazının başında bahsettiğiniz diğer yazıyı da okumuştum.
Hep mutlu olun umuyorum, ben de mutlu olurum umarım.
Gittin mi?
Umarım gitmişsindir 🙂 Varılacak nokta ayrı mesele de “gidiyor/gitmiş” olmak başka bir hayat biçimiymiş, yaşayarak öğrendim. Doğru yere varmak için bazı zamanlar yanlış yerlerde duraklamak bile gerekiyormuş. Sevgi ve muhabbetle kal 🙂
En çok “oraya buraya koşturan, heyecandan yerinde duramayıp zıplayan kadın değilim diye kimse mutsuz olduğumu düşünmesin” demeni sevdim. Henüz şehri terk edememiş olsam da 33’ü geçtim ve 34’ünde hayalini kurduğum şeyleri yapıyor olacağımdan emin, sakinlik, huzur ve keyifle okudum yazını, çok teşekkürler.
Her şeyi yaşamanın bir zamanı varmış. Bir vakitler o heyecandan yerinde duramayıp zıplayan kadın olmak ne kadar güzelse, bugün huzurlu, dingin, büyük kahkahalarla olmasa da yarım dudak gülümseyen kadın olmak da çok güzel. Hayallerinde mutluluklar 🙂
etkileyici 😉
teşekkürler
sizi de bloğuma beklerim
Fulsen abla merhaba,
Ne zaman ana sayfa akışında senin adını görsem bir heyecanlanıyorum. Her yazını hissederek ve zihnimde canlandırarak okumak beni çok huzurlu yapıyor nedense. Sanki seninle aynı düşünüp aynı hissediyorum. Belki de bunun sebebi sende benden parçalar bulduğumdandır. Aklımdan geçenleri senin yazıya aktarmış olman bana acayip bir haz veriyor. Eskiden garsonluk yaptığın yer bizim müşterimizdi. Gökhan abi sayesinde tanıdım seni. Bende blog yazmaya başladım, senden bahsetti. Bir baktım daha da alamadım kendimi. Beni tanıştırır mısın dedim şansa sende o hafta işten ayrıldın. Sağlık olsun. Bende senden sonraki hafta işten çıktım, tesadüf. Umarım bi gün seninle sohbet etme fırsatım olur. İyi ki varsın.
Merhaba Zeynep’ciğim, Gökhan bana senden bahsetmişti. Denk gelip tanışamadığımıza üzüldüm ama her şeyin bir zamanı vardır ve biz de elbet o sohbet edeceğimiz o zamanı buluruz. Sen de iyi ki varsın 🙂
Merhaba, uzun zamandır sizi takip etmeme rağmen bu yazıya özellikle bişeyler karalamak istedim. Birkaç cümle beni çok etkiledi sanırım, bu yıl uzun zamandır çok istediğim Fethiye’ye gittim ve dönerken gerçekten ağladım. Çocuklar gibi, istemediği bişeyi zorla yaptıramazsın ya hani, hayata kızdım kendime kızdım, orda kalmama engel olan herşeye kızdım ve sinirimden ağladım. Kesinlikle hareket özgürlüğünün tanımını bu yaz ben de yazdım ve elimde ayağımdaki görünmez zincirlerden nefret ettim. İstanbul’a dönmek zorunda olmaktan nefret ettim. Hala anahtarlığımda duruyor bir adet kaplumbağa, bir gün döneceğim ve 25 yaşında emekli olmak hayalim. Çok sevgiler, çok mutluyum bunu başardığın için..
“Emeklilik”i kelime anlamının dışına çıkmış bir kavram yaptık sanırım. Sakin ve huzurlu bir hayat sadece emeklilikte mümkünmüş gibi inandırdık kendimizi. 25 yaşında hayallerin için, Fethiye için “emek” ver, bir gün gücümüz tükendiğinde yaşamak için geç kalmamış olalım.
işsizim.. evdeyim.. ve çok mutluyum.. sıkılmadın mı hala? diye soruyorlar.. neden? diyorum.. tüm gün şahane müzikler dinlemekten, resim yapmaktan, kitap okumaktan, film izlemekten, kızıma gün kararmadan kavuşmaktan, okuldan geldiğinde onu kek, börek, çörek kokularıyla karşılamaktan, çalıştığım zamanlardaki işten arta kalan yorgunluğumu unutmaya çalışarak ona zaman ayırmaktan ziyade, onunla gülüp, eğlenip, oynayıp, izleyip, kılıktan kılığa girmekten yorulmaya başlamaktan sıkılmadım henüz.. bu benim çünkü.. kendimden sıkılmam da mümkün değil bana kalırsa.. bu durum ya kendimi çok sevmemle alakalı ya da hayatı.. belki de her 2si.. datça’ ya gelirsem sana uğrayabilir miyim lütfen? belki 1 gününü çalarım senin, izin verirsen ve hemen yakındaki selimiye’ ye gideriz beraber.. benim senin kitabını okuyup sana teşekkür mesajı atıp 1 gün yaşamayı ümid ettiğim köye.. ufak 1 tavsiye; oraların adaçayları çok güzel oluyor.. gelirken yanımda getirdim bu çirkin şehre.. ne zaman içim darlansa, ince porselen bir fincana 1 dal adaçayı bırakıyorum.. sıcak suyun içine işleyen şifayı yavaş yavaş içiyorum.. dinleniyorum.. dinginleşiyorum.. sevgilerimle.. güneşin bol olsun..
Merhaba Nurdan, ne güzel demişsin “kendimden sıkılmam ne mümkün” diye… Kendisinden sıkılanlar ister Istanbul’da olsun, ister Datça’da, yine mutsuz, hep mutsuz… Kendisiyle her gün eğlenecek bir şey bulanlar, her yeri cennete çeviriyor. Yolun Datça’dan geçerse haberim olsun 🙂 Sevgi ve muhabbetle kal…