Merhaba, ben Fulsen. Hatırladınız biliyorum; 32’sine doğru, garson ve mutlu kadın. Bir vakit önce boş bir sayfanın önünde çırılçıplak soyundum; siz beni öyle tanıdınız. Hikayedeki boşlukları kendinizce doldurdunuz. Ben mi? Sigarayı bırakıp, tütüne başladım. Yanaklarım kızardı sık sık. Uzun zamandır sesini duymadığım arkadaşlarımla konuştum. Evi temizlemeyi biraz ihmal ettim. Aynalara daha fazla baktım, geçmişteki ‘ben’lerle daha çok konuştum.
Bir zamanlar… Duvardan duvara kütüphanem vardı, bir sabah uyandım tüm kitaplarımı “Bu kitabı okusa ne güzel olur” dediğim insanlara dağıttım. Yatak odamdan büyük giyinme odam vardı, kıyafetlerimin beşte biri ile yaşabileceğimi kabul edip, kalanını ihtiyacı olanlara dağıttım. Hafifledim. Ama ben de insanım, sahip olma ve biriktirme güdümle hala her gün savaşıyorum. Vazgeçemediğim tek şey ise ‘insanlarım’.
Her birikim ‘bir’ ile başlamaz mı? İlk aşık olduğum ayakkabı, kendimi prenses gibi hissettiğim o ilk elbise, ağlaya ağlaya okuduğum o ilk kitap, zihnimde tanımadığın kapılar açan o ilk film…Önce ‘bir’di, sonra yanlarına birileri daha geldi. Fulsen’in insanlarının ise ‘bir’i ve hala ‘bir’iciği, ilk insanım: Sezen.
Evet, adı Sezen. 3 ay sonra 33 yaşını dolduracak. Tarihin kutsadığı kitapları okur, kelebeklerden korkar. İncelikli zevkleri vardır hayatta. İnce ince boncuklardan bilezikler dizdi yıllar boyunca, ince uçlu kalemlerle minyatürler çizdi. Birkaç yıl öncesine kadar karabiber ve roka yemezdi ama hep çok güzel aşık olurdu. Doğduğu gün tartışmalı olsa bile Oğlak kadınıdır Sezen. Ama hepsinden öte kadındır, kadın gibi kadındır. Arada sigarayı bırakır, sonra yeniden başlar. Şarap sever, güzel şarabı daha çok sever; sohbetiyle her şarabı güzel kılandır Sezen. Hem hayatın 9-8’lik ritmidir, hem tabakların kırdığı sirtakisi, hem de tutkunun bedene büründüğü Arjantin tangosudur.
Ben ona Melek derim, siz yine Sezen diyin. Bursa’da doğdu. Istanbul’da birlikte büyüdük. Okudu, yazdı; okudu, çizdi. Ailesine iyi bir evlat, memleketine iyi bir hukukçu oldu. Pek çok sıfatının yanında, dünyanın en iyi teyzesi olmak için çalıştı durdu. Benim içinse, dostum, silah arkadaşım, sırdaşım, yoldaşım, yaverim, hem yargıcım hem avukatım oldu. Görüştüğüm eşin dostun nasıl olduğumu öğrendikten hemen sonra “Ee Sezen nasıl?” diye sordukları kişi oldu. Bizi hep birbirimize sorar, birbirimizden bilirler. Herkesin bir Sezen’i vardır elbet bu hayatta. En büyük eşekliği yaptığımda bile yine de benimle oynayandır Sezen. En büyük günahlarımı bilen, en büyük mutluluklarımı ilk öğrenendir. Değirmenlere karşı birlikte savaştığım, su olup hayatla birlikte aktığımdır. İnsanlar hayatlarının dönüm noktaları için ‘onu değil de diğerini seçsem’ ne olurdu diye düşünürken, benim ‘ya onunla tanışmasaydım kim olurdum’ diye düşündüğümdür Sezen.
Cismen 1999 yılında Topkapı’da bir evin salonunda, aslen 2000 yılında Beşiktaş’ta yeni kiraladığımız ilk evin çatısında iki şişe köpek-öldüren içerken tanıştık Sezen’le. Zaman aktı. Şimdi aklıma gelmiyor ama birlikte yapmadığımız bir şeyler kalmıştır elbet bu hayatta. 2011 yılıydı, Eylül’dü, Kuzguncuk sahilindeydik. “Çok mutsuzum Fulsen, ben gideceğim buralardan” dedi. Bunu ilk duyduğumda göğsümün üzerine bir fil oturdu, nefes alamadım. Sonra boğazımda bir yumru oluştu, konuşamadım.
Tüpü bitik olduğu için kanal logosuyla haber altyazısını ince bir çizgide gösteren televizyonumuzdan ajans dinlediğimiz yıllarda, Sirkeci Garı’na gider, Avrupa’ya doğru yolculuğa hazırlanan trenleri severdik birlikte. Ben altın kafesim Istanbul’da mutlu mesut yaşarken, seyyah ruhuyla hayalini kurduğumuz tüm yolculuklara çıkmıştı Sezen, gönlü ise İtalya’da kalmıştı.
Ocağın tüpü bittiği için kahve makinesinde süt kaynattığımız, tost makinesinin üzerinde çorba pişirdiğimiz yıllarda, diplomasına hak kazanmak için günlerce sabahlamaktan mütevellit tinerci çocuklar gibi ortalıkta dolaştığımız günlerin ardından, kartvizitlerimiz yaldızlı, hayatlarımız ise parçalı bulutluydu. Artık ocağın tüpünün hiç bitmediği, televizyonun bilmem kaç kanal gösterdiği ve ödenmeyen faturalardan dolayı elektriğin hiç kesilmediği evinde Sezen, kendiyle yalnız kaldığı her an hala ince uçlu kalemiyle minyatürler çiziyordu.
Biz Kuzguncuk sahilinde oturuyorduk ve şehr-i Istanbul’da son bahar başlıyordu ve sevmek sahip olmak değildi. Omuzlarımı kaldırdım, derin bir nefes aldım, küçük bir öksürükle boğazımı açarak “O zaman gideceksin” dedim.
Sonra başkaları Sezen’e, bu yaşında yine mi öğrenci olacaksın dedi, bunca yıl boşu boşuna mı okudun dedi, sen avukatsın yapma dedi, bu iş bu maaş bırakılır mı dedi, orada sürünürsün dedi. Bu sefer ben Sezen’in avukatı oldum ve onların hepsine “Orada mutlu olacaksa gidecek” dedim.
Bir yıldan biraz fazla geçti üzerinden. Yarın yeniden görüşecekmişiz gibi ayrıldık Sezen’le. İkimiz de sevmeyiz vedaları. Sezen’in hayatımdaki sıfatının Türkçe’de karşılığı yok, kız kardeşim diyelim biz. Ben ona Melek derim, siz yine Sezen diyin. Bugün Floransa’da yaşıyor. 3 ay sonra 33 yaşını dolduracak. Onu yıllardır görmediğim kadar mutlu. Hala öğrenci, hala öğreniyor. Hayal perdesinden ilham aldığı, kendi tabiriyle ‘iki özgür ruh’ olan Karagöz Hacivat koleksiyonu ile bizi bize, bizi onlara anlatıyor. Her gün doğumunu Kapalıçarşı’ya ilk adım attığı günün coşkusuyla karşılıyor. Geçtiği yolları, dokunduğu insanları, topladığı ve yazdığı tüm hikayeleri, kağıt köşelerindeki minyatürlerini kendi diliyle bazen bir yüzük, bazen bir kolye ile bize sunuyor, çok da güzel yapıyor.
Onsuzluk yokluk, onsuz Istanbul yoksunluk ama sevmek sahip olmak ya da her an onunla olmak değil. Onun mutluluğuyla daha da çok mutlu olmak. Merhaba, ben Fulsen. Sizler benim hikayemi buldunuz. Bugünlerde daha mutlu olamam derken beni daha da mesut daha da bahtiyar kıldınız. Diğer taraftan da Istanbul’da bir garson maaşı ile nasıl yaşanır diye sordunuz durdunuz. Bir zamandır kahveyi nerelerde içtiğimle değil, artık sevdiklerimle ne sıklıkta kahve içtiğimle ilgileniyorum. Evet, iki pantolonum, üç ayakkabım, beş tane kitabım var ama çok güzel insanlarım var benim bu hayatta. İşte Sezen ‘bir’di, yanına birileri geldi; ben döndüm, dönüştüm, buralara geldim.
Kişisel not:
Sezen’im,
Yıllarca yazdıklarımı bir tek sen okudun. Son aylarda yazdıklarımı kimse okumadan önce yine hep sen okudun. Bu yazıyı ilk kez, sen de herkesle birlikte okuyacaksın. Gönüllü editörüm, sürç-i lisan ettiysem affola.
Genel not:
“Kim bu Sezen?” diyenler için.
[…] not: Fulsen’in gözünden hikayemiz için “İki Özgür Ruh“, bahsi geçen yazı için “32′me Doğru Garson ve Mutlu“, bahsi geçen […]
Yukardaki paylaştığın yazıyı okurken bir an 2013 yılına veda edip 2014 e merhaba dediğm gece aklıma geldi çalıştığın cafenin yanındaki telefon kulubelerinin önünde yaptığımız sıcak ve samimi sohbet aklıma geldi hayata olan bakış açına birkez daha hayran kaldım.aslında sana teşekkür etmem gerek nedeni ise seni tanımamla beraber hayata farklı pencereden bakmayı öğrendim daha yakından tanımak isterim seni.
Sevgili Fulsen,
Beni Sezen ile tanıştıran Küba’ya ve seninle tanıştıran Sezen’e varlıkları için minnettarım.
Ben Sezen’le Küba’da tanıştım Fulsen. Tanıdığımda corporate avukattı, şimdi çulsuz sanatçı. O kurumsal avukat ünvanı bazı eşekler için altın semer olup onların eşekliğini örtmediği gibi, elini uzatıp merhaba ben avukat Sezen demeyen hikayemizin bir numaralı kahramanına da bir artı getirmiyordu tanıştığımızda,çulsuz sanatçılığı da; altını çöpte bulduğunuzda altınlığından kaybetmemesi gibi bir eksi götürmüyor şu anda. Senin daha derinlerde beraber yüzdüğün benimse deneyimli bir dalgıç olarak ancak su yüzünden görebildiğim kahramanımızın özgür ruhunu tutacak kadar büyük bir kafes değilmiş İstanbul. İkinizin de en büyük niteliğiniz kendiniz olabilmeniz mi dersin?
Sen de sizin hikayenizi Mevlana ile Şems’e benzetiyor musun? Acaba sen olmasaydın O olur muydu, ya da onsuz Sen! Fulsen’in “gideceksin o zaman” sesini içinde duymayan Sezen gitmeyi düşünür müydü acaba? O zaman hanginiz Şems bu hikayede?
Ben dünyada daha çok Fulsen, Sezen olsun istiyorum. Hikayelerinizi çok seviyorum.
Hadi yaz. Daha okuyacaklarımız var.
Let the lover be disgraceful, crazy, absentminded.
Someone sober will worry about things going badly.
Let the lover be… Rumi
Lev’im ne diyeyim ki…sen çok yaşa!
Fuls seni ilk Kasım başında okudum, budur dedim ancak sen durdun ve halen yazmayıp durusun; hadi yaz yine ethanol aşkına..:)
Sevgili BAL li. Bugunku hurriyetteki yazını okudum. Yolun cok hoş bir noktaya gelmis. Cafede garsonluk.
Artik Herseye enerjim var diyorsun. Senin adina cok sevindim.
Daha da guzel gunler dilrim sana.
Eski bir BAL li.
Cok süper bir makale olmuş. Tebrikler
fulsen, ne zamandır eksiğini hissettiğim yazıların sahibisin. her okuduğumdan ayrı keyif alıyorum ve itiraf etmem lazım, kıskanıyorum seni. ya da imreniyorum diyelim 🙂
bana yeniden yazma şevki verdin. en son ortaokulda edebiyat hocam yapabilmişti bunu.
ne olur yazmaya devam et ki ben de durmadan okuyayım seni.
kalp.
ne mutlu bana 🙂
Sen sokakta soguktan elleri morarmìslari gördün ve kürkünden utandin. seni cok sevdim gercekle fulsün fulsen
Teşekkur ederim
Cok guzel hareketler bunlar tebrik ediyorum:)
http://www.ufuksarisen.com
Bende yıllardır yazılar yazarım hayata,anılara ,yaşanmışlıklara dair,kimi zaman ilginç,garip,sürükleyici ama en çokta hüzünlü,Fakat fulsen senin okuduğum 2. yazın ve bilmiyorum ne kadardır yazıyorsun.Benim yazılarım gerçekten sadece bir umutmuş ve seni okumaya başladığından itibaren kendini unutmuş.Tebrik ediyor ve hayata dair bu nefis yazılarını bekliyor olacağım…
Gökan
ben de seninkileri okumak isterim..
herkes yaşadıklarını kayıt altına almalı ve paylaşmalı bence 🙂
herkes kendi dilinde kendi kelimeleriyle..
Fuls; seni ilk Kasım başında okudum ve budur dedim ama sen neden yeni şeyler yazmayıp durusun.. yaz gari…:))
“Bizi hep birbirimize sorar, birbirimizden bilirler”..Bunca yolu sen bunları yaz diye geldiysem bile yeter-sebeptir Fulsen Türker!
Kişisel not: Ağlamaktan gönüllü editör gözüyle bakamadım, sonra konuşuruz:)
Genel not: Bu benim hikayem ve bu Fulsen’le bizim hikayemizdir ama en çok bir dosttan “sevmek” üzerine bir hikayedir.