İçeriğe geç

E, Fulsen? Şimdi ne yapacaksın?

whatsapp-image-2016-10-06-at-09-37-32İstanbul’dan ayrılıp Antalya’ya gidişimden on gün sonra, Datça’ya gelmemden iki hafta önceydi. Luna’nın intihar teşebbüsünün üzerinden henüz on dokuz saat geçmişti. Luna benim hem çocuğum hem annem, ikisinden de öte hayat arkadaşımdı. İnsan hayat arkadaşı ne yapmaz? Ben önümdeki beş aylık kalkınma planını çöpe atıp ilk kalkan uçağa atlamıştım. Büyük cümlelerle vedalaştığım şehre, kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış bir köpek gibi sessizce geri dönmüştüm.

Luna’yı acilen veterinere götürmem gerekmese günlerce Altan’ın evinde saklanabilirdim. On gün içinde hayatım alt üst olmuştu. Daha ne yaşadığımı idrak edemeden, caddeye adım atmamla birlikte dedem ve teyzemle burun buruna geldim. Ölüp de dirilmişim, karşılarına dikilmişim kadar şaşkınlardı. Benimse henüz yapabileceğim bir açıklama yoktu. Gülümsemeye çalıştım, beceremedim. Üzerimde günlerin uykusuzluğu, altımda pijama, sırtımda Altan’ın iki beden büyük hırkasıyla iyi görünmediğimin farkındaydım. On günde verdiğim beş kiloyu saklayacak yerim yoktu. Biraz zamanım olsaydı kimsenin benim için üzülmesine müsaade etmeyecek bir izahat bulabilirdim. Artık çok geçti. O perişan halimde “Kızım ben sadece senin iyi olmanı istiyorum” diyen dedemi çoktan üzmüştüm.

İnsanın hazırda edilecek iki çift lafı olmayınca boynunu büküp dinlemekten başka çaresi kalmıyordu. Ben de dedemin buğulanmış mavi gözlerinin önünde, teyzemin bir kurulu düzenim olmaması, doğru düzgün bir işim olmaması, bir baltaya sap olamayışım, kendimi on sekiz yaşında sanmam üzerine verdiği nutkunu dinledim. Çok uzun zamandır evde kendi kendine çalışıyormuş gibi hazırlıklıydı.

Böyle zamanlarda geçmiş başarıların bir anda silinir, özgeçmişin çöpe atılır, şehrin nezih semtlerinde oturduğun dairelerin kontratları, bitirme tezlerin; resepsiyon elbiselerin, koleksiyon değerindeki kitapların, üç parçalı tencere takımların yani bir zamanlar sahip olduğun her şeyin faturaları ateşe atılıp yakılırdı. Kendimi yetmiş sekizinci kez, dokuz yıl önce neden bankadan istifa ettiğimin savunmasını yaparken bulabilirdim. Hayatımı toparladığımda yeniden medarı iftiharlık evlat olacağımı bilsem de bir sonraki çuvallamamda sicilimin işlendiği kalın mavi dosya tekrardan önüme itilecekti.

Teyzemin bu konuşmaları artık canımı acıtmıyordu. Kendi baktığı yerden benim iyiliğimi istediğini biliyordum ve üzerine bir değil beş kitap yazsam da beni anlamayacağını kabul etmiştim. Ama dedemin kafasını sola çevirerek bana göstermeden silmeye çalıştığı gözyaşları ciğerime saplanıyordu. Karşılarında sessizce üzerine limon sıktığım mercimek çorbamı yudumlarken, an itibariyle İstanbul’da bulunduğum için kurban bayramı münasebetiyle gerçekleşecek aile meclisi buluşmasına katılmam gerektiğine dair ültimatomu aldım.

Hazırlanmak için önümde iki gün vardı. Yollarımız çizilmişken, benim bir gece vakti aniden geri dönmem Altan’ın dengesini bozmuştu. O “Bana ne” deyip, ne halim varsa görmem için beni kapının önüne koyabilecek adamlardan değildi. Evinin kapısını açıp anahtarları avucuna koydu mu tek başına tüm ailen olurdu; yatağa uzanıp kafanı omzuna yasladın mı seni bir anda tüm ailesi yapardı. Her ne kadar bana hissettirmemeye çalışsa da kendisiyle nasıl savaştığını görüyordum. Benim İstanbul’dan gidemeyişim, onun Türkiye’den çekip gitme planlarını sarsıyordu. İlişkimizden yanık kokuları gelirken bile ailemin karşısına çıktığımda iyiymişim gibi yapabilmem için gereken gücü bana o verdi.

Arife günü maaile toplandık. Herkese teker teker Antalya’da neler yaşadığımı anlatırken aslında neler olduğunu kendim anlamaya çalışıyordum. Bundan sonra ne yapacağım başlığı altında, nerede yaşayacağım, ne iş yapacağım, garsonluğu bırakıp eski işime neden dönmeyeceğim, ne kadar para kazanıp nasıl hayatımı idame ettireceğim minvalindeki sorularına makul cevaplar vermeye çalıştım. Dürüst olmaya kalksam dipsiz bir sessizlikte boğulmam gerekirdi zira hayatımın geri kalanıyla ne yapacağıma dair en ufak bir fikrim yoktu. Cevaplarımla tatmin olmayıp aynı soruları tekrar ve tekrar yinelerken aslında kendi çocuklarına, küçük kuzenlerime, yeğenlerime kötü örnek olmamdan çekiniyorlar ve bir tanesi benim yaptığımı yapmaya kalkar diye ölesiyle korkuyorlardı.

Benim hayatım ancak başkasının çocuğu olduğum müddetçe ilham verici kabul edilebilir, takdire şayan bulunabilirdi. Ailem ise pek çok aile gibi, ne emeklerle okuyup büyüttükleri, bu yaşa getirdikleri çocukları için ‘normal’ bir hayat istiyordu. Hayatımdaki Antalya depremini fırsat bilip beni sığ sulara ve doğru yola geri çekmeye çalışıyordu. Herkes konuşuyor, bir tek dedem susuyordu.

Anneannem ise nice zaman sonra tüm torunlarını aynı masada toplayacak olmanın verdiği mutlulukla kendini hepimizin en sevdiği yemekleri yapmak için mutfağa kapatmıştı. Sorgulamalardan kaçıp yanına sığındım. Soğanları ince ince doğradığı kesme tahtasından kafasını kaldırıp bana baktı.

“Hep evlenesin, bir kocan, bir sahibin olsun, düzgün bir evin olsun istedim, biliyorsun. Yok, vazgeçtim artık. Bari düzgün bir işin olsaydı be kızım…”

Bu cümleyi duyduktan sonra hayatım bir daha asla eskisi gibi olmayacaktı. Önce Altan’ı düşündüm, sonra tek tek geri giderek tüm eski sevgililerimi andım. Anneannem bile mürüvvetimi görmekten vazgeçtiyse işte o an gerçekten bitmiştim. Onun duasının bir adamla bir yastıkta kocamaktan daha büyük bir anlamı vardı. Birinin hayatı kendi bildiği kadarıyla bile olsa, senin için hala güzel şeyler umut ediyor olması demekti.

Anneannem soğanları pembeleşinceye kadar kavurmaya başladığında ben, evlenmeyeceğim sevgilim ve doğmayacak çocuklarımla yemek masasına oturmuş sohbet ediyordum. Otuz yaşını geçmiş hangi kadın sadece dört ay süreceğini bile bile bir ilişkiye başlardı? Altan gidecekti, canım yanacaktı. Her günü hasretle devirirken onu uzaktan da olsa sevmeye devam edecektim. Başka bir adamı hayatıma almam, sevgilim diyebilmem, tenine dokunabilmem ömrümden kaç dört ay alacaktı? Ben ümitsiz vakaydım. Anneannem bile benden vazgeçiyorsa, bunu yapmakta kesinlikle haklıydı.

O sırada mutfağa giren yengelerden biri salonda kaldığımız yerden suallerine devam etti.

“E, Fulsen? Şimdi ne yapacaksın?”

Kaçıp kafamı sokacak bir delik ararken, birden aklıma Mahir Abinin aylardır her fırsatta yenilediği teklifi geldi. O ana kadar verdiğim cevaplar arasında en mantıklısı bu gözüküyordu.

“Datça’ya gideceğim.”

“İş mi buldun orada?”

“Hayır. Tatile gidiyorum.”

Hayatımda taş taş üzerinde kalmamış, ortalık yangın yeriyken, ben dört yıldır fırsat bulamadığım tatile çıkıyordum. Her telefon konuşmamızda “İşleri bir yoluna koyayım, geleceğim tabii abiciğim” derken “İşleri yoluna koymayı beklersen bir iki yıl daha zor gelirsin buralara” diyen Mahir Abinin sesini duydum kulağımda.

“Dede! Ben Datça’ya tatile gidiyorum. Mahir Abinin yanına…”

Aşk Olsun’dan tadımlık bir parça

BAVUL Dergi Ağustos 2016 sayısında yayınlanmıştır.

Öncesi ve sonrası kitapçılarda…

Online sipariş için:

D&R – “Aşk Olsun”     idefix – “Aşk Olsun”

Babil – “Aşk Olsun”     Kitap Yurdu – “Aşk Olsun”

Kategori:Genel

3 Yorum

  1. Durum Bildirimi’nde kitabınızı anlatan yazıyı okur okumaz soluğu blogunuzda aldım. Tam da tahmin ettiğim gibi kitaptan şahane bir pasaj okudum yukarıda. Emeğinize ve cesaretinize saygı duyarak en kısa zamanda kitabınızın kalanını okumak istediğimi belirtmek istiyorum.
    Sevgiler.

    • Kitapta görüşmek üzere o zaman 🙂
      Sevgi ve muhabbetle

  2. Hamdi Hamdi

    63 yaşındayım, tüm yazılarınızı severek, hissederek ve yaşayarak okumaktan büyük zevk alıyorum. Kendimden, gençlik günlerimden o kadar çok şeyler buluyorum ki yazılarınızda. Hiç bir zaman yılmayın, cesaretinizi kaybetmeyin, devam edin lütfen. “Çocuklar, anne- babalarının istedikleri gibi olsalardı, yeryüzünü melekler doldururdu” diye bir söz vardı. Boş verin biz büyüklerin laflarına. Yolunuz ve bahtınız açık olsun. Sevgiler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir