
Fotoğraf: Sezen Tulgarer
2003’un Şubat ayıymış. Tarihi ben hatırlamıyordum, dün gelen mektuptan öğrendim. Fakültenin son yılıydı, gündüz kısmi türevli diferansiyel denklemlerden, akşam da soğuktan kaçanların boş masa bırakmadığı Sarı Kahve’de servis yapmaktan yorgundum. Aynı işyerini ama ayrı hayatları paylaştığımız bir arkadaşımla, İstiklal Caddesi’ni yavaş yavaş boşaltan insanların üzerine doğru yürüyorduk.
O yıllarda Beyoğlu’nu yaşayanlar iyi bilir. Galatasaray Lisesi’nin tam karşısındaki pasajın alt katında Babazula isimli, mahzen tadında ve ilk gençlik anılarımın pek çoğuna ev sahipliği yapmış bir bar vardı. Masalarının üstünde dans ettiğimiz, bar tezgahında efkar dağıtıp alayına küfrettiğimiz, 30+ abilerimize hayran kalıp büyüdüğümüzde neler yapacağımızı hayal ettiğimiz bir yerdi. Tam önüne geldik ki, kapı duvar. Ruhsat sorunları, ortaklar arasında kavgalar derken bugün yarın kapanacağını bilsem de Babazula’nın artık hayatımda olmayacak olması hayatın binbir türlü halinden kaçacak sığınağı kalmamış biri gibi hissetmeme engel olmadı. Galatasaray Meydanı’nda hangi sokağa gireceğimi, nereye gideceğimi bilmeyerek kendi etrafımda dönüyordum, arkadaşım ise bu delilik halime anlam vermeye çalışıyordu ki yanımıza iki İngiliz adam yaklaştı.
Çakırkeyf derecesinde alkollülerdi, biraz önce çıktıkları barın el ilanlarını sokakta karşılarına çıkanların ellerine tutuşturup, kahkahalar atıyorlardı. Cadde üzerinde dillerini konuşabilen birilerini bulmanın hazzıyla adamlar bizimle sohbet etmek istiyorlardı, ne kadar eğlenceli görünseler de biz kapanmadan kendimizi sokacağımız bir yer bulup, elimize soğuk birer bira alma derdindeydik. Gün boyu kafeye gelen onlarca insana servis yaptıktan sonra ve onları konuşurken, susarken, gülerken, dinlenirken yani türlü hallerde seyrettikten sonra, bir mekana girip aynı keyfi yaşamak biz garsonların en büyük hazzıydı.
Bizi daha fazla meydanda tutamayacaklarını anlayan İngilizler de peşimize takıldılar, Büyükparmakkapı Sokak’a kadar birlikte yürüdük. Şimdi adını hatırlamadığım, Beyoğlu’nda garson olmak vesilesiyle tanıdığım bir başka arkadaşın mekanıydı. O yıllarda Beyoğlu’nda çalışanlar arasında güzel ve özel arkadaşlıklar yaşanırdı.
Arkamızdan onlar da içeri girdi. Barmen, sipariş ettikleri bira karşılığında uzattıkları doları kabul etmeyince, çaresizce yanımıza geldiler yine. Aralarından kocaman gülümsemesi olan bana 100 dolar uzatıp, gecenin kalanında onların içkilerini alıp alamayacağımı sordu. Biraz rahatsız oldum, arkadaşımla bakıştık. Tüm günün yorgunluğunun ardından sükut halinde biralarımızı yudumlamayı planladığımız sakin gece değişiyordu ve ben o yıllarda da bugün olduğu gibi planlarımın değişmesinden hoşlanmıyordum. Genel geçer konuşmaya başladık. Biralar birbirini takip etmeye başlayınca bizim de yorgunluğumuz silinmeye, keyfimiz yükselmeye başladı. Üç aydır Istanbul’da çalışıyor olmalarına rağmen, Türkiye’yi hala deve üzerinde fesli ve şalvarlı adamların yaşadığı Müslüman ülke zannedenlerin soracağı türden soruları arka arkaya sıralıyorlardı. Bense matematik ve edebiyat anlatıyordum. O yıllarda karşıma çıkan herkese Pi filminin giriş cümleleri, “Matematik doğanın konuştuğu dildir. Etrafımızdaki her şey sayılarla temsil edilebilir” diye başlayarak matematik ve “Biri yazdığı aşkı yaşadı, biri yaşadığını yazdı” diye başlayarak George Sand, Alfred De Musset derken oradan “Sarhoş olmak lazım” diye Baudelaire’e uzanarak edebiyat anlatırdım.
Kocaman gülümsemesi olan adam, matematikçi olmamdan sebep bir hayranlıkla daha çok benimle konuşmaya başladı. Belki İngiliz olmakla gelen, Türklerde pek bulunmayan bir hayranlıktı bu. Gerçekte birkaç ay sonra fakülte bittiğinde işsiz, daha da ötesi mesleksiz olacak bir öğrenciydim. Belki de bu nedenle, ilk önce bana hayranlığına hayran olmuştum sanırım. Biraz daha matematik konuştuk, siyaset konuştuk, yine edebiyat konuştuk, din konuştuk, resim konuştuk, arada onun çalınan ayakkabılarını, benim neden garsonluk yaptığımı konuştuk. Önce onun arkadaşı, sonra benim arkadaşım, daha sonra barın tüm müşterileri çekilmişti ki artık gitmemiz için sonuna kadar açılan ışıklarla birbirimizi ilk kez gölgesiz karartısız gördüğümüzde hala konuşuyorduk. Mekan sahibi arkadaşımın ‘Gidin de biz de evimize gidelim’ bakışlarının baskısıyla, onu bırakmayı, onunla konuşmayı bırakmayı istemeyerek de olsa çıkmamız gerektiğini söyledim. Hemen kalktı oturduğu bar taburesinden, kocaman bir gülümsemeyle gözlerimin içine baktı, elimi tuttu, “Hadi gidelim o zaman” dedi. Öyle yumuşak bir şekilde dört parmağı kavrayan el tutuşlarından değil, tüm parmaklarını parmaklarımın arasında kenetleyerek sımsıkı tuttu elimi ve bir adım önümden yürümeye başladı.
Yirmi bir yaşımı yeni doldurmuştum, hayatımda bir sevgiliyi henüz tecrübe etmemiştim, ziyadesiyle kendine güvensiz pek de güzel olmayan, kadın olduğunun çoğu zaman farkında bile olmayan bir kadındım. Hayatımda kimse böyle kararlı, böyle istekli, böyle tutkulu elimi tutmamıştı. Onlar için normal miydi bu? Yanımda bir erkekle, elimi tutan bir erkekle beni hiç görmemiş mekan personeli sıralanmış bizi izliyordu sanki. Gizli saklı, masanın altından parmakların birbirine değmesi gibi değildi, tüm ışıkların altında başımız dik elele yürüyorduk. Oturduğumuz yerden kapıya kadar yürüdüğümüz yirmi adımlık yol, sanki bir saat sürdü. Daha uzun da sürebilirdi, hatta hiç bitmese bile olabilirdi.
2003 yılının Şubat ayıydı ve bizim dışarı çıkmamızla birlikte birkaç saatliğine durmuş olan kar yavaş yavaş tekrar yağmaya başladı. O hala birşeyler anlatıyordu, ben artık konuşamıyordum. O günden sonra da böyle zamanlarda hiç konuşamadım zaten. Tramvay raylarının ortasından yürürken üzerimize lapa lapa kar düşüyordu, Fransız Kültür’ün önüne geldiğimizde durdu. Onun ani duruşuna ayak uyduramayarak ben iki adım daha attım. Hala sımsıkı tuttuğu elimden beni kendine çekti ve öpüşmeye başladık. Belki beş dakika belki onbeş dakika belki bir ömür öpüştük orada. Biz mi kendi etrafımızda dönüyorduk yoksa dünya mı bizim etrafımızda bilmiyorum. Beyoğlu’nun sabahçıları etrafımızdan geçerken, ıslıklar çalışıyorlar, laf atıyorlar, bazıları “Evinize gidin” diye bağırıyordu. O çevremizdeki sesleri anlamıyor, bense umursamıyordum. Kendim yaşamamış olsaydım, böyle bir anın sadece film senaryoları için kurgulanan bir sahne olduğuna inanırdım. Hem de hayatımda ilk kez başrol oynuyordum.
Sonra yeniden yürümeye başladık. Arada öpüşmek için duruyor, arada yürürken öpüşüyorduk. Neden benimle birlikteydi, neden beni öpüyordu, hiç anlam veremiyordum. Onu bırakıp eve dönmemin zamanı gelmiş miydi? Hayır, ne olacaksa olacaktı. Kaçmayacaktım o gece. Yıllarca Sıraselviler Caddesi’ndeki tek tekel bayii olması sebebiyle ciddi bir servet edinmiş dükkana girip, kanyak aldık. Konyak değil, o yassı şişesiyle bildiğiniz Tekel kanyağı. Kazancı Yokuşu’ndan aşağı doğru sallanmaya başladığımızda tek bildiğim onun yanından ayrılmak istemediğimdi.
İnsanların evlerine çekilmesini fırsat bilen kar, Meclisi Mebusan Caddesi’nin iki şeridi arasındaki refrüju diz boyu doldurmuştu. Istanbul daha yeni güne hazır değildi. Hala yatmamış veya erken kalkmış üç beş evden ışık geliyordu. Gecenin rengi güne çalmaya yeni başlamışken sokak lambaları hala yanıyordu. İçli bir müezzin sesinin sabah ezanına giriş yapmasıyla çığlıklar atmaya başlayan martılar sessizliğimizi çalarken biz caddenin tam da ortasında, karların içinde yuvarlanıyorduk. Sağımızdan solumuzdan arada bir iki araba geçiyor, bize korna çalıyordu. Utanmıyordum. Neden utanmıyordum? Hiç tanımadığım hem de tüm anlamlarıyla yabancı bir adamın yanında nasıl bu kadar rahat olabiliyordum? Gülüyor, öpüşüyor, sonra daha çok gülüyor, daha çok öpüşüyorduk. Öpüşürken soluklanıp azcık enerji topladığımızda ayağa kalkıp, yeniden çocuklar gibi kar topu oynuyorduk.
Kabataş’ta sabahçı bir çay bahçesi vardı o yıllarda, hala durur mu bilmem. İki kahve söyledik, garsonun bakmadığı bir anda kahvelerimize kanyak kattık. Birbirinin varlığından habersiz iki farklı dünyanın yanyana düşmüş insanları olarak, her söyleneni hayretle ve hayranlıkla karşılayarak anlattık kendimizi birbirimize. Hava çok soğuktu, kahvelere kattığımız kanyak yetmediğinde, şişesinden de içtik. Sonra biraz daha öpüştük. Garson masaya gelip “Abla tamam abi yabancı da sen anla bari, burada öpüşemezsiniz” diyene kadar kanyak içtik, konuştuk, öpüştük. “Evim yakın” dedim, “Gidelim” dedi.
Beşiktaş’ta küçücük kutu gibi bir evimiz vardı o yıllarda. Doğalgaz sobası ile ısındığı için kışları tek odasında yaşardık. Sobanın hemen yanında bebeklik karyolamdan kalmış bir yatak dururdu, yer minderleri ile. Oraya uzandık, birbirimize sarıldık, hala öpüşmeye çalışırken uyuyakaldık. Sonra uyandık, sonra seviştik, sonra yine uyuyakaldık. Tekrar uyandığımızda saat 11 olmuştu ve koşarak çıkması gerekiyordu. Istanbul’daki son gecesi bitmiş, sabah olmuş ve iki saat sonra uçağı kalkacaktı. Alelacele bir kağıda E-posta adresini yazdı. Benim bir E-posta adresim yoktu, o zamana kadar hiç ihtiyacım olmamıştı. Bir yakınımın adresini yazdım ona. “Uçağın İngiltere’ye inmeden bir E-posta adresi alacağım” dedim, sanırım kurduğum son cümle bu oldu ve o gitti. Odaya döndüm, kanepeye oturdum, yüzümü iki elimle kapatıp, parmak arasından pencereye bakarak, geçen gecenin gerçek olup olmadığını düşündüm. Elimdeki yırtık kağıt parçasında bir adres yazmasaydı, hepsinin bir rüya olduğuna inanmam hiç de zor olmazdı.
İki gün geçmedi ki telefonum çaldı, hattın ucundaki kişi “Bana bir E-posta geldi, sanırım sana ait” dedi. Her evde bilgisayarların, bilgisayar olsa da internetin olmadığı yıllardı. Uzunca bir süre kazandığım bahşişleri, kullanım saatine göre hesap çıkaran internet-kafelerde harcadım. Başlarda çok sık yazışıyorduk. Tekrar birbirimize göreceğimize inanıyorduk sanırım. Sonra yavaş yavaş seyreldi birbirimize yazdığımız mektuplar. Sonra fakülte bitti, takım elbiseler giymeye başladım, yeni evlere taşındım, yeni işlere başladım, başka adamlara sevgili dedim. Sonra işte hepimizin bildiği hikaye, aramıza hayat girdi.
2008 yılının Nisan ayıydı, ben bir evden diğerine taşınırken, kütüphanemi toparlıyordum. Dini bir tören gibi, kitaplarımı tek tek açıyor, okuduğum zamanlarda içine aldığım notlara, sayfalarının arasında unuttuğum kağıtlara bakıyordum ki elime evden aceleyle çıkarken adresini yazdığı yırtık kağıt parçası geçti. Yine o yıllarda hayatımızda yeni yeni yer edinmeye başlayan feysbukta adresini arattım ve birbirimizi yeniden bulduk. Uzaktan da olsa birbirimizin umuma açılmış hayatlarını izledik. Senede bir kez bazen iki kez birbirimize uzun uzun neler olduğunu anlattığımız mektuplar yazdık. Bugün baktım da bundan önce en son 2011 yılının Ağustos ayında mektuplaşmışız, zaman nasıl da hızlı geçiyor.
Feysbuk sayfamdan anlamış hayatımda güzel birşeyler olduğunu, Gogıl çeviri merakını giderememiş, bana sormuş. Evvelsi gece anlattım, uzun laflarımı kısa tutmaya çalışıp, anlattım başıma gelenleri. Aradan geçmiş 11 yıl ve biz 11 yıl boyunca herşeyi konuşup, herşeyi anlatmışız da birbirimize 11 yıl önce yaşadığımız o 9 saatten hiç bahsetmemişiz. Ta ki dün ondan gelen son mektuba kadar.
“……..Gogıl çeviriye teşekkürler, yazdığın hikayeleri çok az da olsa anlayabiliyorum. Detayları ne kadar anlayamasam da genel bir fikre sahip olabiliyorum……… Bana yıllar önce gönderdiğin mektupları okudum bugün, hep bir yazar olmak istediğini anlatmışsın. Bak şimdi hayallerin gerçekleşiyor ve ben senin adına çok mutluyum. 2003 yılından sonra seni bir daha hiç görmemiş olmam bir utanç. Önümüzdeki Şubat ayında tam 11 yıl olacak. Senin de söylediğin gibi hayatlarımızın kesiştiği o an biraz filmlere benziyor. Hiç bilmiyorum bir zaman bir yerde tekrar görüşecek miyiz? Ya da aradan geçen bu kadar zamandan sonra bu biraz tuhaf olmayacak mı? Kızarkadaşımın da bu konu hakkında ne düşüneceğini bilmiyorum…… Her durumda, bundan sonra ne olursa olsun, uzun zaman önce seninle özel bir anı paylaştığımıza inanıyorum ve hala seninle haberleşiyor olmak, hayallerini gerçekleştiriyor olduğunu duymak çok güzel……….”
Zamanı parçalara bölmek, saatler, haftalar, yıllar olarak tanımlamak; bu zaman parçalarının sayısal çokluğuna manalar vermek bana hep manasız gelmiştir, bugün salonuma vuran güneşte şimdi daha da iyi anlıyorum. Toplumun kabul ettiği ölçü birimine göre, kimilerinin 9 yılda yaşayamadığı şeyi yaşamışız biz onunla 9 saatte. Aradan geçen 11 yılda ise başka coğrafyalarda başka insanlarla başka başka şeyler yaşasak da sahip olmaya ihtiyaç duymadan hep sevmişiz, hem de çok güzel sevmişiz birbirimizi. Bense elimi onun gibi tutamayan hiç kimseye sevgili dememişim.
[…] Yıllar sonra… […]
Reblogged this on cagcan.
Bugün keşfettim blogunu. Şiir gibi yazıyorsun, işi gücü bıraktım tek tek okumaya başladım yazılarını. Okumaya doyamadım… Yüreğine, kalemine sağlık…
Buda yeniden takip için:)
Before sunrise filmi gibi olmuş.sunset filmini gençler beğenmiş ben beğenmemiştim.before midnight ta vizyona girmiş.yine 8 sene sonra…ve ben öğreneli bir kaç gün oldu.arkadaşıma anlatma dedim.tahmin et dedi.sunseti sevmeme sebebim dedim.tekrar başlarlarsa birbirlerinden nefret edeceklerini biliyorum dedim.herhalde doğru tahmin ettim.sizinki öyle olmamış…iyi bari…:)
Fulsen… Hayat kesişen yollarla dolu. Tadını çıkarabilenlere selamlar olsun.