En sevdiğim şarkılardan biri çalıyor. Müziği açmamıştım ki bu da nereden çıktı? Kavrulmuş soğan kokusunu içime çekiyorum. Huzur…
“Ali, hayatım o domateslerin kabuğunu soy.”
Kafamı çevirmemle Ali kayboluyor. Sesleniyorum, ses vermiyor. Mutfak her zamankinden daha büyük gözüküyor gözüme. Şarkı çalmaya devam ediyor. Ayaklarıma kediler dolanıyor. Camı açık mı unuttum? Bu kediler de nereden çıktı? Rüya mı bu? İnsan rüyasında müzik dinler mi? Yoksa rüya içinde rüya mı? Çenem düştü yine. İnsan rüyasında bu kadar kendiyle konuşur mu? Geri dön. Nane yapraklarını ayıklayacaktım.
Şarkının nakaratı çalmaya devam ederken karnımda nereden geldiği belli olmayan yumruk yemişcesine bir acı. Zencefil! Kedim evin uyandırma alarmı olma sorumluluğunu telefonumla paylaşıyor. Şarkı devam ediyor. Gözleri görmeyen insanların elleriyle yoklayarak aradığını bulduğu gibi yastıklarla battaniyenin arasında Ali’yi ararken, titreyen telefonumu buluyorum. Sol gözümü kapalı tutarak ekrana bakıyorum: Leyla!
“Efendim”
Sesimin çıkıp hattın karşı tarafa ulaştığından emin değilim. “Pardon uyuyor muydun? Ben ararım sonra seni” deyip kapatmasını ümit ediyorum.
“Derya! Sen hala yatakta mısın?”
Hiç şansım yok!
“Ne oldu ya?”
“Aç gözlerini. Uyan. Geç kalıyorsun.”
Zencefil’den önce evimi Leyla ile paylaşırken, beni uyandırmak için başucuma taze kahve koyar, suratıma sigara dumanı üflerdi. Şimdi sadece bağırıyor.
“Uyan dedim. Aç gözlerini. Yataktan kalkana kadar kapatmayacağım telefonu.”
“Tamam.”
“Çok uyuyorsun son günlerde. Bu normal değil.”
“Tamam dedim, kalkıyorum.”
“Doğru duşa. Yazdın mı dün gece? Geç mi yattın?”
“Yok. Sekiz cümle yazdım sadece. Her birini on dakika izleyip sildim.”
“Ayların yorgunluğu var üzerinde. Zorlama kendini.”
“İşte bırak uyuyayım da dinleneyim.”
“Bugün olmaz. Ne giyeceksin?”
***
Tıkanma mı? Hayır, sanmıyorum! Aşk mı? Emin değilim, hatırlamıyorum. Bir hafta önceden bugün giymek için planladığım çiçekli elbise üzerimde caddenin kenarından yürüyorum. Kaldırıma neden çıkmıyorum? “Küstüm oynamıyorum” diyen ama köşeden kahkahalarla oynayan arkadaşlarını izlemekten de kendini alamayan çocuk gibiyim.
Gerçekten geç kalmışım, herkes masada yerini almış, Ali de! Leyla yerine beni o uyandırsaydı, gün daha güzel başlamaz mıydı? Karşısındaki kadının işaretiyle ile önce oturduğu yerden arkasına dönüp gerçekten gelenin ben olup olmadığımı kontrol ediyor, sonra ayağa kalkıp karşılamak için uygun pozisyon alıyor. Sanki iki yabancıyız. Birbirini beyninin en ince kıvrımlarına kadar bilen ama sokakta adlarını dahi bilmeyen iki yabancı. Hiçbir şey söylemeden sarılıyoruz. Çok güzel kokuyor.
“Hoş geldin.”
Aslında gelen benim, neden ona “Hoş geldin” diyorum ki? Sesim sanki “Hayatıma hoş geldin” der gibi çıkıyor. Hayatıma girmiş, baş köşeye oturmuş olsa bensiz gelir miydi buraya? Boyu mu biraz kısalmış? Bu yaşta insanın boyu mu kısalır? Sakalları da uzamış.
Masadaki tüm kadınlar ve adamlar da ayağa kalkıyor. Hepimiz birbirimize aydınlık bir gün diliyoruz. Kendimi yerleştirmek için bir sandalye ararken Ali’ye bakıyorum. Karşı çaprazındaki boş yeri işaret ediyor. Herkes yerini almadan yanındaki sandalyeyi bana ayırması daha uygun olurdu. Huysuzlandığımı belli etmeden oturuyorum yerime. Onun dışında herkesle ilgileniyorum. Beni seyrettiğini hissetsem de gözlerimi onunkilerden itinayla sakınıyorum. O sırada yanımda bekleyen garsonu farketmemişken Ali’nin sesiyle irkiliyorum.
“Şekerim ne içersin?”
“Şekerim” mi? “Canım” diyebilir, “Hayatım” diyebilir ya da sadece adımla seslenebilirdi. Suni bir samimiyet sıfatı! Biz bundan çok fazlasıyız. Kimse anlamasın mı istiyor? Ayrıca sabahtan öğlene sadece filtre kahve içtiğimi de biliyor. Aramıza mesafe koymayı, kendini masadaki herhangi biri gibi konumlandırmayı tercih ediyor. Oyun istiyorsa, oyun oynarız.
“Bir kapuçino lütfen! Teşekkürler.”
Dikkat çekmeye çalıştığımın farkında olsa ki siparişi vermemle gözlerimiz birbirine kilitleniyor. Dizlerim titriyor. Hızlanan kalp atışlarımı karnımın üzerinde duran avuç içimden dinleyebiliyorum. Gülümsüyor. Çok güzel gülüyor. Ali gülümsedikçe kurduğu bu oyun daha çok sinirlerimi bozuyor. Yanında oturmak, bacak bacak üzerine atarken dizinin dizime değmesini istiyorum.
Büyük sofraların başlangıç sohbeti olan havalardan konuşulmaya başlanıyor. Sabah evden çıkmadan duş almasına rağmen şimdi yapış yapış olduğunu iddia eden insanların yarısının sabah duş almadıklarına eminim. Oradan konu Istanbul’daki kuraklık tehlikesine, geçen kış doğru düzgün kış yapmadığına kadar uzanıyor. Yaşı hatırlamaya yetenler ve o yıl Istanbul’dan yolu geçenler susuz 1989 yazında yaşadığı maceraları anlatıyor ve serbest çağrışımla asıl muhabbet başlıyor.
Gerektiği kadar dahil olduğum sohbette dilim bir hikaye anlatıyor, aklımdansa Ali’yle sevişmelerimiz geçiyor. Kalkıp eve gitmek istiyorum. Onunla! Oyunun yönünü değiştiriyorum. Daha önce uzun uzun konuştuğumuz konularda ona üstü kapalı laflar atıyorum ama bunu yaparken yüzüne bile bakamıyorum. Görmesem de ben konuşurken gülümsediğini hissedebiliyorum. Aşk bu değil mi?
Bir kuş sütü eksik denilebilecek kahvaltı sofrası seriliyor önümüze. Hem ev sahipliğini hem de masaya hakimiyetini göstermek için ortadaki büyük tabakları eline alıp herkese servis yapıyor. Tabağıma iki dilim salam bıraktığı ana kadar hayranlıkla izliyorum onu.
“Ben et yemiyorum.”
Biliyor. Bilmesi lazım. Daha dün gece yemek hazırlarken tartıştık. Hatta insan doğasında et oburluk olduğunu savunarak bana zorla et yedirmeye çalıştı. Bu da oyununun bir parçası mı? Yoksa konuşurken beni dinlemiyor mu? Bense onun en çok menemen sevdiğini biliyorum. Bunu unutmam mümkün mü? Menemene beyaz peynir konulur mu konulmaz diye yarım saat kavga etmiştik. Özür dileyip, koyduğu gibi alıyor salam dilimlerini. Benim onu sevdiğim gibi sevmiyor beni, belli.
Kadınlar ve adamlar sağolsun yaşadığımız sessiz kavga duyulmuyor masada. Bu yazın tatil planları, geçen yazın tatil hatıraları ile bağlanıyor. Bozcaada’da artık yatacak bir yatak bulunmadığından, en iyisinin Kaş’ta çadır kurmak olduğundan bahsediyor. Bir kişi Türkiye’de yapılacak tatil maliyeti ile Avrupa’da kaç gün, nerelerin gezilebileceğinin hesabını yapıyor. En sonunda herkes Istanbul’un artık yaşanılacak yer olmadığına kanaat getiriyor. Herkes boş konuşuyor. Sessizliğimi fark eden Ali sorular sorarak beni sofraya geri çekmeye çalışıyor. Ateşkes istiyor.
“George Sand’in ilk romanını okumuş muydun?”
“İki gece önce yanında okuyordum” diyemiyorum tabii. Cevabını bildiği soruyu sormasını komik de bulamıyorum. “Evet” deyip zaten dinlediği edebi tespitlerimi masaya yatırmamı bekliyor belli ki. Gereksiz bir çaba.
“Hayır. Okumalı mıyım?”
Cevap vermeden kafasını yanındaki adama çevirip konuyu değiştiriyor. Kızdı bana. Oyununu bozdum. Ama ben artık oynamak değil yaşamak istiyorum. Birlikte uyanmak, kaldırımda birlikte yürümek istiyorum.
Her sohbetin başına geldiği gibi konu kadın erkek ilişkilerine bağlandığı anda masadaki varlığım seçilemeyecek kadar silikleşiyor. Ali ise sabahtan beri hiçbir konuda konuşmadığı kadar çok konuşuyor. Hepsi bana mesaj. “Ben bir ilişki istemiyorum haberin olsun” demenin diğer yolu. Ben ateş nöbetlerinde kıvranırken başucumdan üç gün ayrılmayan adam, ilişkimizin bir adı konmasın diye gözümün önünde kıvranıyor. Daha fazla orada kalmak, onunla aynı havayı solumak istemiyorum.
“Arkadaşlar size doyum olmaz. Ama çok önceden verilmiş bir sözüm var. Müsaadenizi istiyorum.”
Beni uğurlamak için bir tek Ali kalkıyor masadan. Kapıya kadar birlikte yürüyoruz. Sarılıyoruz. Sadece kokusunu yanıma alıp, tekrar görüşmek dileğiyle veda ediyorum. Nereye gideceğimi bilmeden cadde boyunca yürümeye devam ediyorum.
***
En sevdiğim şarkılardan biri yine çalmaya başlıyor. Bu sefer çantamın içinden. Telefonu açmak istemediğim zamanlar için yaptığım küçük bir numara: Hiç bitmesini istemediğim bir şarkıyı zil sesi yapmak.
“Çıktın mı? Ne oldu? Anlatsana Derya, çok merak ediyorum.”
“Resmi olarak kayıtlara geçsin. Ben bu adama aşığım.”
“Peki nasıl biriymiş? Beklediğin gibi mi? Fotoğraflarına benziyor mu?”
“Leyla…”
Yirmi yıllık arkadaşlığın doğal sonucu, adını söylemem yetiyor içimdeki duvarın sıvalarının parçalarının tek tek döküldüğünü anlaması için. İçimin nasıl acıdığı dalga dalga ulaşıyor hattın diğer ucuna.
“Yine aynısını yaptın.”
“Leyla…”
“Bu yüzden uyuyorsun günlerdir. Yorgun olduğun için falan değil.”
“Aşığım diyorum.”
“Aşık olmak istiyorsun ama kurgulamaktan da vazgeçemiyorsun.”
“Gerçeği kurguya tercih edecek bir yazar tanıyor musun?”
“On beş yıldır bu soruya cevap veren bir Leyla tanıyorum, onu vereyim mi sana? Uyan. Aç gözlerini. Ali senin yazdığın adam değil.”
“Üç haftadır bir paragraf bile yazmadım ben.”
“Kelime oyunlarını git başkasına yap Derya. Kağıt üzerine yazmasan kafanda yazıyorsun.”
“Aşk zaten böyle bir şey değil mi? Hepimiz bir beden bulup üzerine kendi hayallerimizi yazmıyor muyuz? O ise yazmak için beni seçmemiş. İçim…”
“Ama insanlar o bedenle yaşarken yazıyor bunu, aynı havayı bile solumadıkları bir adamla değil. Seni azcık tanıyorsam iki saat geçirdiğin bu adamla çoktan kafanda üç kavga edip ayrılma kararını bile verdin. Hadi kuzum, uyan artık. Özgür bırak Ali’yi. Bırak gitsin.”
***
Bütün günü Ali’yle geçireceğimizi düşünerek boşalttığım için kendimi koyacak yer bulamıyorum. Çocuklar, yaşlılar ve benim dışımda kimsenin sevmediği o parklardan birine gidip çiçekli elbisemin kirleneceğini umursamadan kendimi çimlerin üzerine seriyorum. Bir sigara yakıyorum. Ciğerlerimin sonuna kadar doldurarak çektiğim derin nefesi yavaşça ve çok uzaklara doğru üflüyorum.
Ali de ince dumanla birlikte gözlerimi kamaştıran güneşe doğru gidiyor. Çıkıyor içimden. Artık adı Mehmet, Can ya da Ahmet olacak, kağıdın üzerinde hangisini daha çok seversem. Belki de bir gün adı bilmem ne bir adam karşıma çıkacak, bir de bakmışım o Ali olacak.
Özür dilerim biraz geç keşfettim sizi ama iyi ki kesfettim. Gercekten cok güzel dile getirmissiniz düşüncelerinizi. Size belki çok klişe gelebilir belki bilmiyorum ama yazdıklarınızda kendimi buldum , hic yavan gelmedi kaleminiz , insanı hic sıkmıyor. Abartısız 1 saattir sayfanızdaki yazıları okuyorum. Bir arkadasım sayesinde öğrendim bu blogun varlığını. Siz hep yazın. İyi ki sizin gibi insanlar var. Teşekkürler
Benim bir kadehim vardır
kalkar hasret şarkılarında
dudaklarım kımıldar
gözlerim yaşarır
sakince geçerim hayal zamanına
Benim hediyelerim vardır
her kavuşma anısına
sabırsızlandığım açılması için
paketleri kendilerine büyük
her defasında
bilinmez ki o yerlerde
durur kadehim rakısı
gözümün yaşı
selam getirmek için
hayallerimden bana
*hayallerin tehlikesini bilip de kendilerine söz dinletemeyenlere
Senden hemcinsim tüm Ali’ler adina özür diliyorum. Ayrica toplanip bir karar aldik, ilgili arkadas artik ocak dışı. Zaten default modeller “şekerim” diye bir kelimeyle hitapta bulunmaz, bundan sebep gercek Ali olduguyla ilgili de derin kuskular icerisindeyiz. Seni üzen bütün Ali’ler ölsün..
o kadar güzel ve gerçekçi ki…
Keske bu kadar güzel yazmasan. İnsan aşık oluyor.. Sanıyorum birgün önünü kesip, dizlerimin üzerinde senden.. neyse..