İçeriğe geç

Hiçbir şeyden korkmadım, işsizlikten korktuğum kadar..

20140924_160755“Mutlu olmak” ile “mutsuz olmak” arasında bir ruh hali daha var. Dinginlik mi? Ruhsuzluk mu?

Fulsen Türker: Garson ve Mutlu! Peki bu kadar mıydı? Mutlu sondan sonra ne olacaktı?  Burada bırakacak mıydım? Bitmesin diye yavaş yavaş okuduğum kitabın son sayfasını çevirmek değildi ki bu, çaresiz ertesi sabah yine uyanacaktım.

Başlangıçta kulağıma uzaktan bir esinti gibi gelen sesler git gide yükselmeye başladı.

“Kaç yaşına kadar garsonluk yapmaya devam edebilirsin ki?”

“Hadi kitabı yazdın, hevesini aldın, dön artık.”

“Yorgunum dedin, dinlendin. İş aramaya başlamanın zamanı gelmedi mi?”

Günde 10 saat zaman zaman 12 saat mesai, geceleri 5-6 saat bilgisayarın başında ikinci mesai, her hafta değişen gündemiyle hiç durmadığım tam 351 gün. Yorgundum, hala da yorgunum. Sıfatın “mutlu” olunca yorulmuyorsun sanıyorlar. Yüzün bir gün gülmedi mi, söylediğin her şeyi sorguluyorlar. Sıfatın “mutlu” olunca başın ağrımıyor, grip olmuyorsun, kötü bir gün geçirmiyorsun, hiç hata yapmıyorsun sanıyorlar. Sesler yükseliyor.

“Daha ne kadar 18 yaşında gibi yaşayacaksın?”

“E şimdi ne yapacaksın?”

Ben de bunu sorup duruyordum zaten kendime: Bundan sonraki hayatımla ne yapacağım? Öğrenilmiş ya da öğretilmiş doğrularımın dışında bir dünya vardı, daha yeni tanışıyordum. “Garson ve Mutlu” bir son değil, bir başlangıç olmalıydı. Dinginlik mi, ruhsuzluk mu bilemediğim o ruh hali içinde haftalarca insanları dinledim. Ya gitme planları yapıyorlar ya da bir gün gitmenin hayalleri kuruyorlardı. Istanbul’dan gitmek… Gitmek benim düşüncem değildi. Sadece sustum ve onları dinledim.

Önce hikayeler vardı. Alıp başını gidenlerin hikayeleri, gittikleri yerde kurdukları yeni hayatların hikayeleri. Hatta dünyanın yedi ikliminden kalkıp bu ülkenin dağlarına yerleşmiş insanların hikayeleri. İlk kez dinlemiyordum ki bu hikayeleri. Yıllardır hep duyduğum, okuduğum, imrendiğim ama ne iş yaparım, nasıl yaşarım, eşim dostum arkadaşım diyerek kendim için bahaneler yarattığım hikayelerin benzerleriydi işte. Ah Istanbul, benim altın kafesim…

Sonra fotoğraflar geldi. Ben Maçka Parkı’nın, Emirgan Korusu’nun iki avuç yeşili ile kendimi avutmaya çalışırken fotoğraf karelerine sığmayan uçsuz bucaksız yeşilleri izledim. Peşi sıra videolar düştü önüme, kendi birasını şarabını yapan insanları seyrettim. Özendim. Başrolü kendime verdiğim hayaller kurdum. Oralara gidip de görmüşüm gibi herkese anlatmaya başladım. Oysa gitmek benim düşüncem değildi. Emeklilik planlarımda Beşiktaş’ta bir ev vardı.

Doğanın içinde bir hayata dalıp, ellerim toprağa değince kendi içimdeki insan doğama da kavuşacaktım. Luna için de iyi olacaktı. Onun da doğasında toprağı eşelemek, ağaca tırmanmak vardı. Şehir hayatı doğamıza aykırıydı, öyle değil mi?

Gittim.

Bir günde gidilmiyor tabii. Önce evimi kapattım; kıyafetlerimi, kitaplarımı, kim bilir kaç ay taksit ödeyerek aldığım eşyaları eşe dosta dağıttım. İki valiz, biri yazlık biri kışlık; bir de sırt çantası, okuma sırasında bekleyen kitaplar ve not defterleri için. O kadara kadar küçüldüm. Hafifledim. Eşim dostum arkadaşlarımla kucaklaştım, yüksek sesle “Ben gidiyorum” dedim ve gittim.

Dinlediğim o hikayelerden biri olmaya gittim. Gördüklerimden daha güzel fotoğraflar, videolar çekmeye, kendi hikayemi anlatmaya gittim. Şimdiye kadar hiç solumağım kadar temiz bir havayı içime çektim. Akdeniz’in denize paralel dağlarından birinin tepesinde, alabildiğine yeşilin tam ortasında olmak güzeldi. Geceleri erken yatıp, çok uyumak ve hala kendine ayıracak dünya kadar zamanının kalması güzeldi. Elinin paraya değmemesi, kredi kartı bilgilerini almaya ihtiyaç duymadan insana güvenilmesi, açık hesaplarda yedirilip içirilmesi güzeldi. Telefonunu bilgisayarını orta yerde bırakıp saatlerce dönmesen kimsenin çalmayacağını bilmenin huzuru güzeldi. İdeal dünyaydı sanki. Şehirde adını ancak “ütopya” koyabileceğimiz bir hayal gibiydi. O kadar gerçek değildi ki her gece yatağa yatarken sabah yine Şişli’de uyanacağımı düşünüyordum. Luna benimle aynı fikirde değildi, evin en sevdiği köşesinde gözlerini açacağı bir kabustan uyanmak ister gibiydi. Tepki vermedim, dinginlik miydi bu?

Düştüm, ilkokul çocukları gibi dizlerimi kabuk bağladı. Tırnaklarım tek tek kırıldı. Üç dört yıl öncesine kadar ucunda köpek gördüğüm sokağa dönmeyen ben, belim boyumdaki köpeklerle gezmeye başladım. Bakla tanesi büyüklüğünde bir arının kafamın üzerinde tavaf etmesini artık umursamıyordum. Vücudumun muhtelif yerlerindeki kızarıklar yetmişi geçtiğinde ben de üzerimdeki sinek, böcek ısırıklarını saymaktan vazgeçtim. Taşın toprağın içinde kendini kirli hissetmiyormuşsun, daha az duş alıyordum. Üzerimdeki kıyafetleri değiştirmek gereksiz gelmeye, yanıma aldığım bir valiz gözüme fazla büyük görünmeye başladı. Aynaya neredeyse bakmıyordum. Luna’yla her göz göze geldiğimizde içinden bana küfür ettiğini görebiliyordum. Tepki vermedim, ruhsuzluk muydu bu?

İnsanları izlemeye başladım. Sonuçta onlarla tanışmak için gelmiştim buraya. Hepsinin ortak bir tutkusu vardı: dağlar… Ben onlarla bu tutkuyu paylaşmıyordum. Yıl boyunca sayıları on bini geçen konukları değil, orada yaşama kararı vermiş insanları izledim. Otuz yaş üstü, eğitim seviyesi lisans düzeyi, yabancı dil bilgisi ileri seviye, çoğu ya Istanbul’dan ya da kendi doğdukları ülkelerin Istanbul’larından gelmiş insanları izledim. Böyle bir karar alma cesaretini göstermiş insanların özel ve güzel bir yaşam alanı kurduklarına, daha gelmeden inanmıştım. Yanılmışım.

İşlerini sevdikleri için değil, başka bir iş alternatifi olmadığı için orada çalışan insanlar… İki köyün ortasında kurulmuş bu yerde, şehir merkezindeki ‘ucuzcu zincir market’ten alınmış tereyağı, yumurta kullanan insanlar… Çay demlemeyen insanlar… Anlamıyordum. Doğada yaşamayı seçen, sınırlı tatil zamanını doğada geçirmeyi seçen insanlar, ellerinin altındaki kaynağı neden değerlendirip doğal beslenmezler? Neden toprağın üzerini kaplamış taşları toplayıp ağaçlara nefes alacak, su alacak yer açmazlar? Ağaçları neden budamazlar? Başka türlü hayal etmiştim.

Etrafta dolaşan üç köpeği alması için belediye barınağını arayan insanlar… Dağdan gelip bağdakini kovmak gibi, bağdan gelip dağdakini kovmak da varmış! “Müşteriler şikayet etti, geceleri havlıyorlarmış” açıklamasını anlamıyordum. Şikayet edecek insanların orada ne işi vardı? Ama insan işte… İş yapmadan, başkalarının yaptıkları işleri beğenmeyerek çalışıyor gibi görünen insanlar… Sonu gelmez karı kız muhabbetleri, evvelsi gece kimin kiminle yattığı dedikoduları… İnsan işte! İster şehrin göbeğine koy, ister dağın tepesine çıkar, insan yine insan. Başka bir şeydi benim istediğim. Burada ne işim vardı?

Istanbul’dan gitmenin iki hali varmış: -e hali ve –den hali. Bir şehr-e yerleşmek ve bir şehir-den kaçmak. Kaçan insan kendini de yanında götürüyormuş, kaçma nedenleri de peşinden geliyormuş ve hiçbir şey değişmiyormuş.

İnsanları izledim. Sabah yedi buçuk, kalk! Sekizle on arası kahvaltı, onu çeyrek geçe gidersen aç kalırsın. Sekiz saat boyunca dağa taşa tırman dolaş. Akşam yedi oldu mu, kablosuz internet sağlayacağının yanında, ışık görmüş sinekler gibi toplan. Herkesin önünde bir ekran. Gülümseyen yok. Kahkahası bol sohbetler yok. Sekizle on arası akşam yemeği var, o da sabahtan adını yazdırdıysan. Gece yarısını bulmadan, yat! Bu hayatı tanıyordum. İnsan kendini değiştirmezse ister şehrin merkezinde nefes alsın, ister dağın tepesinde, hayat aynı hayat. Başka bir şeydi benim istediğim. Burada ne işim vardı?

Hepsinin ortak bir tutkusu var, tırmanmak. Ya tırmanıyorlar ya tırmanmak hakkında konuşuyorlar ya tırmanmak üzerine kitaplar okuyorlar ya da ertesi gün nereye tırmanacaklarının planını yapıyorlardı. İşten çıkıp iş hakkında konuşan insanlardan bir farkları yoktu. Benim de onların tırmanması ile bir sorunum yoktu. Ama bir yere yerleşen insan, o dağa tırmandığında bir armut kopartıp yer, bir ağacı budamadan aşağı inmez, diye düşündüm. Yerleşen insan üretir, güzelleştirir. Kaçakların arasında sıkışıp kalmıştım. Oradaki toplumun hata payı sayılacak şekilde tırmanmak dışında konulardan da konuşabilen bir adam, yukarı köyden İsmet Amca’nın köpeği Reis ve bir nar ağacı dışında arkadaşım yoktu. Yaban oldum. Hiç tanımadığım bir kadına dönüştüm üç beş gün içinde. Konuşmak gereksiz geliyordu çoğu zaman. Pek gülümsemiyordum da. En son ne zaman kahkaha atmıştım hiç hatırlamıyordum. Bir yerde laf kavgası başladığında hemen oradan kaçıyordum. Şu sessiz denilen yerde, iki çakıl taşı sesi duyduğumda “Susun artık” diye bağırmak istiyordum. Bana ne oluyordu?

Hiç mi güzel bir şey yoktu? Ustadan yaptığı salata sosu güzeldi misal. Tarifini veririm bir ara. Bir de bulaşık yıkamak güzeldi. “Garson” tanımı ile başladığım işte, aşçı yamaklığı ve bulaşıkçılık yapıyordum. En güzeli bulaşık yıkamaktı. Elli kişinin akşam yemeği bulaşığı, tercihen beş tencere dahil, ikisinin içinde üç yaşındaki çocuğu oturtup yıkayabileceğin büyüklükte. Hayatımda ilk kez kararsızdım. Her gece burayı terk etmeye meylediyor, her sabah vazgeçiyor, öğle saatlerinde içim sıkışıyor, dağlar üzerime iniyor, bulaşıkları yıkayınca geçiyordu. Sonra iki metre kare çadırın içinde rüzgarın sesini dinlerken aynı şeyi soruyordum. Burada ne işim vardı?

Çok geçmeden bir sabah “DÜRÜST OL!” diye bağırdım kendime.

Korkmuştum. Istanbul’da çalıştığım yer devredilecekti ve ben yine işsiz kalacaktım. Evin kirası, Luna’nın maması yine dert olacaktı. Çok yakından tanıdığım bir kabusa düşeceğimi bile bile uykuya teslim olmak gibiydi. Cesaret değildi, Istanbul’dan gitmek. Ben hiçbir zaman cesur bir kadın olmadım. Korkaklıktı. Ben de o kaçaklardan biriydim aslında. Önüme çıkan ilk teklifi kabul etmiştim. Yemek ve yatacak yer onlardan, üzerine bir de maaş alacağım. Kulağa çok güzel geliyordu. Bu hayatta hiçbir şeyden korkmadım, işsizlikten korktuğum kadar. Her korkumu kamufle edecek afili bir hikaye yazmak da benim marifetimdi. Istanbul’dan gitmek benim düşüncem değildi, o dağlara çıkmak ise benim hayalim olmadı. Çok korktuğum için başkasının hayallerini çaldım. Luna hastalandı.

Bu çalışma kampında kalmaya devam edebilirdim. İnsan zorunda kaldığında her şeyi yapabilir, üç günde bir uyuyarak ya da günde bir kase çorba içerek yaşayabilirdi. Zorunda mıydım? Çok mu erken karar veriyordum. Buraya biraz daha şans vermeli miydim? Aklıma özgeçmişimde son iş yerim olarak kayda geçmiş firmaya girişim geldi. Binanın dış kapısından, görüşme yapacağım toplantı odasına kadar gördüğüm her şey oranın ‘yanlış’ olduğunu avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Ama çok işsizdim. Bir “işsiz olmak” vardır, bir de “çok işsiz olmak” vardır ya işte o kadar çok işsizdim. Kafamın içinde bağıran sesleri hiçe sayıp, imzayı attım. Bir ay çalıştım, maaşım yatmadı. Hemen hesabını kesmeyeyim, işler yoluna girer diyerek neredeyse iki seneyi bedbaht bir halde orada çalışarak geçirdim. Ödemedikleri dört aylık maaşım için açtığım dava biri yılı geçti hala devam ediyor. Baştan yanlıştı ama o zamanlar zorunda olduğumu düşünüyordum. Dedim ya, bu hayatta hiçbir şeyden korkmadım işsizlikten korktuğum kadar.

Tarih tekerrür ediyordu. Maaşımı ödemeyecek değillerdi ama sadece para için çalışıyor olsam, ne kadar kazanacağımı işe başladıktan dört gün sonra sormazdım. Her şeyden çok ben delirmemek için çalışıyordum. Bu sefer insan faktörü temelli bir mutsuzluk hali sarmıştı beni. Buradan gitmek doğru karardı. Ama öyle güzel anlatmıştım ki nereye gideceğimi, neden gideceğimi, bu sefer de söylediğim tüm lafları yutup geri dönmek ağır geldi. Dönmek, insanların yüzüne bakmak ve bir açıklama yapmak. İşte o an belki de hayatımda ilk kez cesur davrandım. Yok ya, ne kendime ne de kimseye yalan söylemeyeyim. Benim bir türlü veremediğim kararı yine Luna verdi. Öğle güneşinin altında çadırdan çıkmayı reddedip kendisini havasız bıraktı. Nefes alsın diye onu dışarı çıkartmaya zorlarken, elimi ısırıp, boğulacağını bile bile kendini çadıra geri attı. Luna’yı da kendimi de çok zorlamıştım. Onu “Burada yaşayacağıma, ölürüm daha iyi” derken görünce, bir saat içinde pılımı pırtımı toplayıp ilk uçak için bilet aldım.

Istanbul’dan gitme maceram on gün sürdü. Şimdi daha da yükselen sesler buyursun gelsin.

“Evini barkını dağıtma demiştik sana.”

“Başkalarının ipiyle kuyuya inersen, olacağı buydu.”

“Oralarda yapamayacağını biliyordum zaten.”

“Bu sana ders olsun, doğru düzgün kurumsal bir iş aramaya başla.”

Evet, bir hata yaptım. Hepimiz yapmıyor muyuz zaman zaman? Ama bu sefer, daha önce yaptığım bir diğer hatayı tekrarlamadan, yol yakınken geri döndüm. Mutsuz olduğumu anladığım anda, kim ne der demeden vazgeçtim.

Bir hata yaptım. Gittim. Gitmek benim düşüncem değildi. Döndüm.

Denizi görmeyen ve yürüyebileceğim uzun yolları olmayan bir yere gitmeyeceğimi biliyorum artık. Yüzümdeki yamuk gülümseye bakarsak artık dingin veya ruhsuz da değilim. Hatta heyecanlıyım. Bazen yanlış kapılar insanı doğru yollara çıkartırmış.

Bu yaz pek de planladığım gibi geçmedi. Üzerimde tiril tiril bir elbiseyse sokaklarda gezeceğim, hafif ve biraz da serseri bir yaz olacaktı. Olmadı. Çok güzel şeyler oldu aslında, sadece planladıklarım olmadı. Sezen’le birlikte tatile gidecektik misal, olmadı. Kardeşimle daha fazla vakit geçirecektim, daha çok kitap okuyacaktım, daha fazla rakı içecektim; olmadı.

Hayatımın hızına yetişemediğim aşikar. Son bir yılda nereden nereye geldiğime hala inanamadığım anlar var. Bu anların çoğunda “Garson ve Mutlu” bile artık bana yabancı. “Istanbul’dan gitmek” naifti, romantikti, “Peki, şimdi ne yapacaksın?” sorusu için biçilmiş yanıttı. Olmadı. Istanbul’da da çok kalmadım. Zincirlerimi koparmışken yine gittim. Bu sefer o hikayelerden biri olmaya değil, sadece durmaya ve dinlenmeye… Bugün? Datça’dayım. Zeytin zamanıymış, biraz zeytin toplarım. Bir de peynir yapmayı öğrenmek istiyorum. Çalışacak bir iş mi, elbet bulurum. Sonra? Ben biraz dinleneyim de sonrasına yol karar versin.

Kategori:İtirafname

11 Yorum

  1. Ramazan Dede Ramazan Dede

    Vay be. İkinciye okuyorum bugün. Bu yola bir yolcu gerek.

  2. Kaan Kaan

    Ben geçen yazıcaktımda.. Ellerim yağlıydı.. Kop ya.. Kopanada ölüm kopmayanada, ölüyor olanada ölüm, hissederek yaşayanada. Ne diyor ünlü bir Türk düşünür ” yaşamak nedir yaşamak..? Ne yaşamak neyle yaşamak nerede yaşamak..?” Yaşam dediğiniz alııp verdiğiniz nefesler mi? Seviştiğiniz insanlar mı yediğiniz yemekler mi? girdiğiniz kalpler mi? Kırdığınız kalpler mi? Hepsi birden ağır değil mi? İntihar mektubu gibi oldu sanki bu biraz:D Ağır iyidir ya.. Nası hafifler bu işte öööyle bi deniz havası.. Ayaklar inceden kumda.. Parmaklar bi ince üşümüş.. Akşama içilecek olan şaraba göz kırparsın.. Bide inceden sigara olur.. Hooooooop hafifledi.. ama işsizlik.. Lan karnım doysun üşümüyeyim falan dersinde ya aile..? Ya sorumluluklar hayatın sana yüklediği?? Hayat kolay olm kolay.. Cok kolay amk.. Türkiye’de yaşamak zor.. Gidek mi la ?? Nereye ya.. Yaa Fulsen Hanım.. işşte böyle.. Naparsın.. Birgün aynı dumanı üflersin aynı bardaktan şarap içersin.. Sonra bi bakarsın sen nerdesiiiiiiin o nerde?? o kalp ne ayak yaa..? Nası böylesine? Hayırdır yaaa..?? Okyanus musun kalp misin ulan?? Zor zor… Hissetmek zor iş.. 5 duyu organı yalanına hala inanıyor musunuz?? ;Neyse.. Film mi izlesem ben ya…

  3. Ozlette Ozlette

    tam da boylesi bi karmasayla ben de devlet memurlugundan istifa ettim, bi suru borcum var odemedim, dillerini bilmiorum, soylediklerinin cogunu anlamiorum, anlamis gibi yapiorum ustelemiolar, kendimi Fransa’da buldum.. Nasil miyim? Neden mi geldim? Daha sonra ne mi yapacagim? Yol karar versin 😉 okumak cok keyifliydi, sevgiler

    • Kaan Kaan

      aaaa seni okumakda keyifliymiş:D:D Yol karar versin yol:D:D Ama bizide haberdar et.. Yapamayanlar yapanlarla övünsün bari:D:DD: iii ii bu ii.. Sevdim…

  4. igal ziya igal ziya

    hayatta yaptığım hataların çoğu Fulsen; hissetmem gereken yerde çokça düşünmemden kaynaklanmış.

  5. desiderantur desiderantur

    fulsen. insanlarin bu bloğu kararsiz duygular icinde okuduklarina eminim. ben seni takdir ediyorum. ama içinde hala kurumsal yasami birakmanin suçlulugunu yasiyorsun sanki..inan bana bunu ben de yasadim. ben de terkettim o yasami. yaşama. için ıssız olmasın sakın. baya bi kitleye umut oluyor olabilirsin.. korktugun da issizlik degildir belki.. yaptığın islere çalıştığın kafelere baglaniyor olabilirsin..belki alisiyorsun çabucak insanlara mekanlara kopmak zor geliyor.. kolay gelsin hepimize.

    • igal ziya igal ziya

      nereye gittiğini bilmiyorsan hangi yoldan gittiğinin bir önemi yok ”git gitsin”

  6. […] İşsizlik korkusu ile bir hata yaptım geçenlerde. İnat etmedim, kim ne der, kime ne derim diye düşünmeden vazgeçtim. Eskiden olsa diretirdim. Yaptığım bu hata bana bugün özgürlüğümü verdi. Öylece oturuyorum çoğu zaman. Yemeğim, çayım, sigaram bittikten sonra ellerimi kucağımın üzerinde kavuşturup, gazete/kitap okumadan ya da telefonumla oynamadan öylece oturuyorum ve düşünüyorum. Eskiden duramazdım, en az iki işle birden uğraşırdım. Öylece oturup düşününce gördüm ki geçen bir yılda çok değişmişim. Eskiden her sorunun yanıtını verirdim, bugün ise bilmiyorum. Günlerden hangi gün olduğunu bilmiyorum, çoğu zaman saatin kaç olduğunu bile bilmiyorum. Zaman bana hiç bu kadar bonkör davranmamıştı. […]

  7. ”Kaçan insan kendini de yanında götürüyormuş, kaçma nedenleri de peşinden geliyormuş ve hiçbir şey değişmiyormuş” ne kadar doğru demişsin. İçimizdeki sesi dinlediğimiz sürece doğru yoldayız. Doğru yada yanlış diye bişey de yok bence. Yalnız değilsin 🙂

  8. yusuf estroti yusuf estroti

    Bunu yapmasaydın hayatın boyunca ne kaçırdığını bilmeden üzülürdün. Yaptın. En önemlsi bu Fulsen. Sen birçoğumuzdan daha cesursun. Hayatı deneyecek cesaretin var. Kutluyorum seni. 🙂

igal ziya için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

%d blogcu bunu beğendi: